Başbakan’ın Köln konuşmasında “Yeni Avrupa Politikası”-2
Başbakan Erdoğan’ın Almanya’da yaptığı konuşma ile “yeni bir Avrupa politikası”nın mesajlarını verdiğini dün söylemiştim. Konuya devam ediyorum.
Başbakan, yeni Avrupa politikasına dair verdiği mesajlarda, âdeta “Batı’nın vesayeti ve denetimi” karşısında bağımsızlık ilan ederek, artık “Türkiye’nin Batı üzerinde etkinlik kurma politikası”na geçtiğine işaret etti. Başbakan bunu, “Avrupa’da yaşayan 6 milyon Türk için UETD kuruldu” dedikten hemen sonra, şu sözleriyle vurguladı: “UETD, Avrupa’daki gurbetçilerimizin siyaset ve toplumda rol almalarında önemli rol oynadı. Türkiyeli derneklerin bir olması, birlikte hareket edebilmesi, geç kalınmasına rağmen ortak çıkarlar için birlikte hareket etmesi çok önemlidir.”
Başbakan’ın sözünü ettiği “ortak çıkarlar”; Avrupa’daki Türkler’in, içinde yaşadıkları toplum içinde kaybolması veya kimliğini yitirmesi değil, yaşadıkları ülkenin siyasetinde ve toplumsal yapısında etkinlik kurmaları ve Türkiye’nin oralardaki ileri gücü niteliğini taşımalarıdır. Nitekim Başbakan, bunu açıkça belirtiyor: “Bir olacağız, diri olacağız, iri olacağız.... Asimile olmadan, özünden, öz kültüründen, öz dilinden taviz vermeden entegrasyonu teşvik etmeyi savunduk.... Ama asimilasyon dersek, hayır!”
Yani bu, Avrupa’ya verilmiş olan, “birlikte yaşayacağı; ama biz sizde yok olmayacağız, bilakis siz, bizim kimliğimizi ve varlığımızı kabul edip etkinliğimize razı olacaksınız” mesajından başkası değildir. Zaten Başbakan bunu daha müşahhas biçimde şöyle vurguladı: “Biz dinimizden, dilimizden, kültürümüzden taviz veremeyiz.” Böylece, Batı ile entegrasyonun Batı değerleri üzerinde olmayacağını, Batı’nın, müslüman milletin değerlerine saygı duyması ile mümkün olacağını vurgulamış oldu.
Nitekim, 1960’larda Almanya’ya işçi olarak gelenlerin, bugün sırf Almanya’da 80 bin işletme sahibi olduğunu, 40 milyar avroluk sermayeye ulaştığını, 400 bin istihdamı karşıladığını vurgulaması; bunlara ilaveten Almanya’daki Türklerin Federal Parlamentoda, sanatta, sporda önemli başarılara imza attığını söylemesi, bir şeylerin artık tersine döndüğüne ve “sıranın Türkiye’ye geldiği”ne işaret babından önemli mesajlardı.
Ülkemizde yaşanan olumsuz hadiselerde Avrupa’nın parmağı olduğunu açıklayan Başbakan, ardından asıl vuruşunu yapıyor; meydan okuyor, savaş kazanmış kumandan edasıyla tüm Avrupa’ya ve onların telkiniyle ülkemizi karıştırmak isteyen herkese karşı, Türkiye’nin yeni dış politikasına işaret eden şu cümleleri kuruyor:
“Türkiye’ye parmak sallamayı, Türkiye’yi tehdit etmeyi, Türkiye’nin kalkınmasını engellemeyi kendilerine hak görenler var.... Türkiye artık eski Türkiye değil.... Bu bölgede, bu coğrafyada biz de varız.... Bölgesel ve küresel konularda söz söyleme bizim de hakkımız. Artık gündemi belirlenen bir Türkiye yok. Gündem belirleyen bir Türkiye var.... Hiçbir kimse, hiçbir ülke, hiçbir uluslararası güç parmağını sallayarak bize istikamet çizemez.... Hiç kimse kendisine hak gördüğünü bizden esirgeyemez.”
Avrupa’nın tam ortasında söylenen bu sözler, “politik bir salon konuşması” söylemi değil, “küresel güç olmayı kafasına koymuş bir Türkiye portresi”nin ilanından başkası değildir. Böyle büyük bir laf ediyorsan, bunun gereği olan adımları da atacaksın demektir. Mesaj, aslında bu adımların atılacağına dair bir “uluslararası duyuru”dur ve “artık işimize karışmayın” restinden ibarettir.
Burada önemli olan, Erdoğan’ın, böyle bir resti kişiselleştirmiş olup olmadığıdır. Bu, bir “idealist politikacı” olarak Erdoğan’ın hayalleri midir, yoksa “devlet politikası” mıdır? İşte bunu da Erdoğan, şu cümlelerle açıklığa kavuşturuyor: “Recep Tayyip Erdoğan da fanidir. Vakti zamanı geldiğinde bir an bile erken veya geç değil, ölümü tadacaktır. Ama Türkiye Cumhuriyeti kutlu yolculuğuna devam edecek, hedefleri ile inşaallah buluşacaktır. Benim şahsım üzerinden Türkiye’ye operasyon çekmeye çalışanlar milletimin dik ve asil duruşunu karşılarında bulacaklardır.” Böylece Başbakan, “milletin desteğine ve değerlerine dayalı değişim”in aslında “devlet kararı” olduğunu beyan etmiş oluyor.
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin, önceki “ne olur bizi kabul edin” yalvarmasına dayalı tarzından uzaklaştığını, artık “eşit ve etkin bir üye” olarak birliğe katılma, ya da “kendi varlığını kendisi sürdürme” noktasına geldiğini vurgulayan Erdoğan, “evrensel değerlerin, Avrupa değerlerinin güçlenmesine Türkiye en büyük katkıyı sağlayacak” diyerek, “bize muhtaçsınız” mesajı vermiş oldu. Zaten bunu doğrudan da söyledi: “Türkiye’siz Avrupa Birliği eksiktir.”
Erdoğan, Avrupa’da hep üçüncü sınıf muamelesi gören Türkler’i, orada “Türkiye’nin etkin bir unsuru” haline getirmek istediği mesajını vermekle birlikte, yıllardır bu ezikliği hissedenleri yüreklendirmeyi de ihmal etmedi. Nitekim şunları söyledi: “Sizler.... dünya tarihinde söz sahibi olan bir milletin, ....tarihi şanlı olan bir ulusun evlatlarısınız. Onun için asla boynunuzu yere eğmeyeceksiniz. Asla kendinizi yalnız hissetmeyeceksiniz. Tüm kurum ve kuruluşlarımız, elçiliklerimiz, konsolosluklarımız, sivil toplum kuruluşlarımız emrinizdedir. Almanca’yı, bulunduğunuz yerdeki dili çok iyi öğrenmenizi istiyorum. Almanya’da bir yabancı gibi durmayın. Artık siz ....bir Alman vatandaşınız. Siyasete, ekonomiye sosyal hayata daha fazla katılım sağlayın.” Böylece, Avrupa üzerinde Türkiye’nin “etkin uçbeylikleri”ni kurma amacını beyan etmiş oldu.
Başbakan, yeni politikanın takibindeki kararlılığı vurgulamayı da ihmal etmedi, “Kim ne senaryo yazarsa yazsın, ....biz yolumuza kararlılıkla devam edeceğiz” dedi.
Tek sorun şu: Yeni Avrupa Politikası, Laik-Kemalist rejimin, toplumun inanç, kimlik ve kişilik değerlerine uygun olarak değiştirilmesini gerektiriyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.