Üniversitenin misyonu
Son yazımızda Türkiye'de üniversitenin, tarihi boyunca demokrasi ile sürekli sorunlu olduğuna, buna karşılık üniversiteleşme oranının artışı ile demokrasinin gelişmesi arasında güçlü bir ilişkinin de bulunduğuna dikkat çekmiştik.
İlk anda tuhaf görünen bu ilişkide aslında anlaşılmayacak bir şey yok. Az sayıdaki üniversiteye mensubiyetin ürettiği seçkinci duygu, bu alana girenlerin sayısı arttıkça tatmin ediciliğini yitiriyor. Seçkinlerin sayısının artması klasik seçkinlerin farkını ortadan kaldırıyor.
Seçkinci duygu cumhuriyet kavramının düşmanıdır. Daha tuhaf olanı, bu duyguyu taşıyanların şimdiye kadar sınıfçı ve imtiyazcı bir sistemi kurmak üzere başvurdukları bütün politikaları cumhuriyeti korumak ve kollamak adına yürütmüş olmaları.
Yakın zamanlara kadar YöK'ün üniversiteleşme ile ilgili politikasında bariz bir tutuculuk göze çarpıyordu. Merkezi güçlendirmek ve mümkün mertebe taşradaki üniversiteleri zayıflatmak ve merkezin vesayeti altında tutmak olarak özetlenebilir bu tutuculuk. 1982'ya kadar sayıları sadece 19 olan devlet üniversitelerine özal'lı yıllarda çoğu Anadolu şehirlerinde olmak üzere toplam 36 üniversite birden katıldı. özal'dan sonra yakın zamanlara kadar buna eklenenlerin neredeyse tamamı yine Ankara ve İstanbul'da kurulan vakıf üniversitelerinden ibaret olmuştu. Yani bu dönemde Anadolu'daki üniversiteleşmeye tamamen ara verilmişti. Yeni bir üniversiteleşme dalgası ancak 2003 yılından itibaren tekrar başladı. Şimdi sayıları 135'i bulan üniversitelerin 90'dan fazlası devlet üniversitesidir ve Türkiye'nin her ilinde bir üniversite var artık.
Kuşkusuz yeni açılan üniversitelerin bugünkü haline bakarak bunları üniversiteye benzetmekte zorlanmak çok doğal. Bu üniversitelerin doğru dürüst bir üniversiteye dönüşmesi uzun yıllar alacak, ancak bu süreç ne kadar erken başlatılırsa o kadar kısa zamanda da mesafe alınmış olacak. Zaten yeni açılan üniversitelerden ilk aşamadan itibaren birer Oxford olmaları beklenmiyor. Birçok bölümleri zamanla ikmal edilip açılacak, ama ne kadar gecikilirse bunun hazırlığı için gerekli olan süre çok daha uzun olacaktı. Ancak açılan üniversitelerin hiç tartışmasız önemli bir misyonları var ve bu misyon belki Türkiye'deki üniversite tarihinin en hayırlı misyonudur. O da dünyada eşitlik, demokrasi ve özgürlük gibi birçok konuda yaşanmış olan bazı gelişmelerin bütün vatandaşlara “eşit bir biçimde” ulaştırılmasını sağlayan toplumsal düzenin en önemli ayağını oluşturmalarıdır.
Vatandaşlık haklarının eşitlik temelinde bütün ülkenin insanlarını kapsayacak şekilde gelişmesi ile üniversitelerin sayısının artması arasındaki doğrudan ilişki sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada da üzerinde durulan bir konudur. ünlü sosyolog Karl Mannheim, Avrupa'da üniversite sayısındaki patlamanın eğitim hakları bağlamında yaşanan kültürel vatandaşlığın yayılmasının en önemli dinamiği olduğuna dikkat çekmiştir. Kültürün daha genel demokratikleşmesi, ancak eğitimdeki bazı büyük değişimlerle mümkün olmuştur. Demokratikleşme değerler alanında ontolojik eşitlik, bireysel özerklik ve fırsat eşitliği gibi ilkelerin gelişmesi gibi köklü değişimlere yol açmıştır. Eğitim alanındaki değerlere ise şöyle bir yansıması olmuştur bunun:
1. Bütün çocukların eğitimle gelişebilmeye yatkın olduğunu varsayan iyimser bir pedagoji gelişmiştir. 2. İmtiyazcılık öngören muhafazakâr ideolojiler gözden düşmüştür. 3. Otorite hakkında kuşkuculuk gelişmiş ve uzman bilgisinin ayrıcalığı artmıştır. 4. Seçkin sosyal görevlere ayrıcalıklı insanları getirmeye karşı eleştirel tutumlar gelişmiş ve böylece seçkin kültürü ile halk kültürü arasındaki engeller aşınmıştır.
ünlü Amerikalı sosyolog T. Parsons da, bütün bunların yanı sıra, eğitim devriminin II. Dünya Savaşı'ndan sonra yarattığı kitle eğitim sistemini, hem modernleşmenin hem de demokratikleşmenin önemli bir unsuru olarak değerlendirdi. Siyasal katılım kanallarının bütün vatandaşlara açılmasının en önemli kanallarından biri olarak yaygın eğitim devrimi “sanayi devrimi” ile aynı sosyolojik konuma sahip bir olaydır.
Bütün bu analizlere göre üniversiteleşmenin gelişimi kültürel vatandaşlığın kurumsallaşmasını sağlıyor. Yine Parsons'un demokratik ve eşit vatandaşlık seviyesinin yükselmesinde Amerika ile Avrupa farkını ortaya koyan analizleri meşhurdur. Ona göre Amerikan yüksek eğitim sistemi daha az seçkinci ve daha eşitlikçi ve imtiyazsız yaklaşımından dolayı, biraz da üniversite sayısının görece daha fazla olmasından dolayı sınıfsal geçişlilik konusunda Amerika'yı fırsat eşitliğinin daha fazla hissedildiği daha esnek bir toplumsal yapıya kavuşturmuştur.
Oysa Avrupa'daki eğitim sistemi hem daha seçici hem de daha az yaygın olmasından ötürü daha az eşitlikçidir. Buna rağmen her halükarda eşitliğin ve vatandaş katılımına dayalı demokratik seviyenin artmasıyla üniversiteleşme oranı arasındaki paralellik geçerli olmaya devam eder.
Türkiye'de yeni açılan üniversitelerin sorunlarının çok olacağı muhakkaktır, ancak seçkinci zümrenin imtiyazlarını giderek önemsiz kılacak bir misyona sahip olacakları ve bütün toplumsal tabakaların sisteme ve iktidara ortak edecek bir misyonu oynayacakları da muhakkaktır.