Hürriyet ve güvenlik arasında tercih, ikisini de yitirttirir!
Her yıl alıştık artık, rütbe ve silahlarını bırakanlar veya başka makamlara devredenler tumturaklı laflar eder, millete gözdağı vermeye çalışır ve resmî ideoloji’nin ‘ikon’laştırdıkları ismine bağlılık adına, bir din gibi algıladıkları ve ondan asla tâviz verilemeyeceğini ileri sürdükleri; ama mahiyetini hukûken net olarak kendilerinin de bilimediği ve ancak silah sahiblerinin güçlerine göre yorumlanan laikliğe bağlılığın korunmasından söz ederler. Bu arada kendilerini eleştiren ‘karanlık niyetliler’den söz ederler ve amma milletin kendilerine sahib çıktığı iddiasını tekrarlayarak teselli bulurlar.. Karşılarında da, yönetimin en tepe isimleri bulunur.. Onlar bu sözleri dinlerken, hangi duygular içindedir bilmem, ama bu ‘gözdağı verişleri -ve laiklik dininin propagandası mahiyetindeki sözleri- ekrandan dinleyenlerin, nasıl ‘hayır / dua’lar ettikleri bir ayrı konudur.
Bu yıl da öyle oldu.. Başbuğ ve Büyükanıt’ın halef - selef nutukları ve hele KKK. Koşaner’in güvenliği, özgürlüklerden de önceleyen sözleri.. Dehşet verici.. Kendimi bu dünyada yeri olmaması gereken, geçmiş çağlardaki bir totaliter rejimin törenindeymişim gibi hissettim..
Gönül ister, -bunu düşünecek mantıklı tek kişi yok mudur diye hep hayret etmişimdir- ki, birileri de rütbelerinden soyunurken veya yeni rütbelerini giyinirken desin ki: ‘Bir ömür boyu, 14-15 yaşımdan bugüne, 60-65 yaşıma gelinceye kadar taşıdığım bu üniformayı bugün çıkarırken veya makamımı başkalarına devrederken, şunu söylemek istiyorum: Bütün bu makam ve üniformalar milletin emanetidir ve millet bizi, kendisinin savunma gücü olarak yetiştirmiştir.. Milletin hayatının, inancının, haysiyet ve vatanının korunması için bize verilen bu rütbe ve silahları, bir an bile, milletin emelleri dışında kullanmamaya dikkat gösterdik.. Yine de yanlışlarımız olmuş olabilir, bunlar için milletimizden özür diliyoruz.. Elimizdeki silahları, kendi habîs emelleri ve zorbalıklarına göre, millete yöneltmemiz için kullanmak isteyen asker / sivil birtakım çağdaş yeniçeri bozuntuları bulunmuş olabilir.. Ama bu ordu, milletin ordusudur, milletin iradesi ve hedeflerine göre yönetilir.. Ve bu sistemin adı, Cumhuriyet olduğuna göre, kimse, cumhûra / halka, bir irade, hedef veya ilke dayatamaz.. Bizim hareket alanımızı ve bekçiliğini yaptığımız / yapacağımız temel ilke ve hedefleri millet belirler! Biz ancak, millet iradesine taraf olabiliriz. Bu düşünce ve duygular içinde, üniforma, rütbe ve silahımı cumhûru, halkı temsil eden Cumhurbaşkanı ve diğer üst sorumlular huzûrunda yeni sahiblerine huzûr içinde devrediyorum!’
Ben böyle bir gerçek Cumhuriyet'i hayâl ederken, karşımda ne mi gördüm?..
80 yıldır tekrarlanıp duran ve artık çiğnenmesi bile lezzetin ötesinde insana azab veren laflar, tehdidler, propagandalar.. Laik-diktatorial kükremeler..
Hiç kimse, general de olsa, milletin ordusunu kendiliğinden taraf ilan edemez, milletin vermediği bir yetkiyi kullanamaz. Sadece laikçilerin korkusunu dile getirip, milletin büyük çoğunluğunun endişelerinden söz etmeyenler, hangi gezegende yaşarlar, düşünmezler mi hiç?..
Hele, Gen. Koşaner’in, ‘güvenlik önceliklidir!’ mânâsındaki sözleri, ‘hayırlı’ bir işaret değil..
Özgürlük, güvenlikle; güvenlik de özgürlüğün korunması için olduğunda bir mânâ taşır.. Bu ikisinden birisini tercih edenler, ikisini de yitirirler.. Saddam döneminde, Irak’da, toplumun geneli için güvenlik vardı, insanlar sokakta hür idiler; muhalifler hariç..
Stalin, Hitler, Şah ve benzeri diğer sulta veya Şeflik dönemlerinde de öyleydi.. O güvenlikli toplumlar sonra her ikisini de yitirdiler.. İkisi birlikte ve ikisi birbiri için..
Ne güvenliği olmayan, aç hürler; ne de güvenlik içindeki tok esirler..
Diktatörlükler, güvenliği ön planda tutanlar lider veya toplumlarca kuruldu..
Yoksa, siyasetçiler küçük işlerle meşgul olurlar; büyük işler rütbelilere mi aittir?
•
MONTREUX, FİİLEN DELİNDİ DE SONU NE OLACAK?..
Amerika / NATO, savaş gemilerini doldurdu Karadeniz’e.. Bu durum, Montreux Andlaşması’nın güce dayalı kötü bir yorumu.. Türkiye, 15 bin tonun üzerindeki savaş gemilerini önleme yetkisine haiz idi, ama onun dışında bir engelleme hak ve yetkisi yok.. USA / NATO da, 15 bin tonun altındaki savaş gemileriyle saldırıya geçti..
Ancak, bu gemilerin, o andlaşmaya göre, 21 gün kalma hakları var, o süre içinde terk etmeleri gerekir. Bunu T.C. sorumluları da belirtiyorlar. Ama ya o süre içinde çıkmazlarsa ne olacak?..
O zaman, onlara kim ne gibi bir yaptırımı nasıl uygulayacak ve cenaze nasıl kaldırılacak?..
Montreux’ye göre, Karadeniz, savaş gemileri açısından, orada sahili bulunan ülkeler arası bir iç deniz hükmündedir. Sadece onlar diledikleri kadar savaş gemisi bulundurabilirler..
I. Dünya Savaşı’na, Alman savaş gemileri Goben ve Breslau’nun Karadeniz’e çıkıp Odesa ve Sivastopol limanlarını bombardıman etmesi ve İttihad - Terakkî Hükûmeti’nin bu gemilere Yavuz - Midilli adı verip, Osmanlı Bayrağı çekmesi ve o saldırıyı benimsemesiyle girmiştik.
Montreux’den 3 yıl kadar sonra da, patlak veren II. Dünya Savaşı’nda ise, Alman savaş gemilerinin Boğaz’dan geçtiği iddiasına dayanarak, Stalin, savaş sonunda Kars - Ardahan gibi toprak taleplerinden ayrı olarak Boğazlar’ın güvenliğini Türkiye ile ortak sağlamak niyetini de dile getirince, sırtımızı Amerika’ya dayayarak ve NATO’ya üyelik suretiyle o tehlikeyi savmıştık; bugünlerde Saakashvili’nin yapmaya çalıştığı gibi..
Karadeniz böylesine tehlikeli ve çetin bir meselenin pençesindeyken, bu hassas anda, Kürşad Tüzmen’in ticarî konulardan dolayı Rusya’ya meydan okuyan tavırları, dış politikayı etkileyebilecek ve münasebetleri yanlış noktalara sürükleyebilecek bir yersizlik değil mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.