İslâm'ın İhyâ Ve İnkişafında Tasavvufun Rolü
İslâm tarihine damgasını vurmuş isimlere baktığımızda hepsinin tasavvuf ehli olduğunu görürüz.
“Hikmet ve ilim mü’minin yitik malıdır; İlim öğrenmek kadın, erkek her mü’minin üzerine farzdır” hadîsleri mucibince amel eden ecdadımız, hem zahirî hem bâtınî ilimde ilerlemişler, evvela İslâm âlemini, akabinde garb âlemini uyandırıp aydınlatmışlardır.
“Garbı uyandırıp aydınlatan İslâm âlimleri”ne tâbi olan Türk Hakanları ise “çağ açıp çağ kapamışlar”dır. İstanbul’un fethi, Mekke’nin fethinden sonraki ikinci “Feth-i Mübin”dir, bir nevi Mekke’nin fethinin ikinci hicri bin senedeki izdüşümü gibidir. Mekke müşriklerin ana merkezi idi, Şanlı Peygamberimiz (aleyhisselam) muhteşem Sahabi kadrosu ile (radiyallahu anhum) bu mübârek şehri fethetleydi ve Kâbeyi putlardan temizledi.
Sultan II. Mehmed Hân ise mürşidi Ak Şemseddin Hazretlerinin manevî işaretiyle o zamanki küfrün ana merkezi olan Konstantiniyye’yi fethedip, ehl-i salibin Kâbesi mesabesindeki Ayasofya’yı küfür simgelerinden arındırdı ve oraya İslâm mührünü vurdu.
İstanbul’un fethi bütün yönleriyle tasavvufun semeresidir. Allah dostlarına teslim olan, İstanbul’u teslim alır. Ak Şemseddin Hazretlerinin genç padişaha, ordudaki ve divandaki “fetih karşıtı” münafıkların boyunlarını vurması gerektiğini söylemesi ve surların en zayıf yerini ma’nen tespit edip hücumun oradan yapılmasını telkin etmesi kuşatmanın kaderini değiştirmiş ve fetih müyesser olmuştur. Ak Şemseddîn Hazretleri dergâhındaki üç bin sofisiyle beraber bizzat muhasaraya iştirak etmişlerdir.
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile
Ehl-i küfri ser-te-ser kahr eylemekdür niyyetüm
Enbiyâ vü evliyâya istinâdum var benüm
Lutf-ı Hak’dandur hemân ümmîd-i feth ü nusretüm
Fâtih Sultan Mehmed Hân Hazretleri bu gazelinde; “Niyyetim, Hakk’ın fazileti ve Allah’ın yücelttiği Velilerin himmetiyle, küfür ehlini baştan sona kahreylemektir. Benim Peygamberlere ve Evliyaullaha istinadım var bu fetih ümidi bana Allah’ın bir lütfudur” diyerek kudretini tasavvuf büyüklerinden aldığını ifade etmiştir. Sırtını hakiki evliyaullaha dayayan mağlub olmaz. Oluyorsa ya imtihandır yahud kendisinde bir sıkıntı vardır.
Yine Hazret-i Fatih, “bendeki bu saadettin sebebi yalnız bu İslâmbol kal’asının alınmasına değil, Ak Şemseddin Hazretleri gibi aziz ve mübarek bir Allah dostunun kendi zamanımda ve benim mürşidim olarak yaşamasınadır” demiştir. Bu sözü Ebu’l Feth Gazi Muhammed Hân’ın Peygamber övgüsüne mazhar olmasına rağmen kibirlenmeyip kendi Mürşidinin hakkını teslim etme güzelliğini gösterir.
Ak Şemseddin - Fâtih ikilisi Osmanlı’da ilk değildir. Osmanlı’nın kuruluşuna baktığımızda Şeyh Edebali Hazretlerini görürüz. Osman Gazi’nin kayınpederi ve mürşidi olan Şeyh Edebali Hazretleri bir Ahi Şeyhidir ve Osmanlı’nın kurulduğu coğrafyada nüfuz sahibi bir kimsedir. Osmanlı mayasını çalan, temelini atan bir nevi devleti kuran, yol gösteren Şeyh Edebali’dir. Bu dahi Osmanlının kuruluşunda tasavvufun oynadığı mühim rolü bize gösterir.
Osman Gazi ümmî bir göçer beyi değildir. Osman Gazi kendi hicri asrının müceddidi bir kudsidir. Silah erbabıdır ama aynı zamanda ilim ehlidir. İlimde derinleşmiş bir devlet adamıdır. Şüphesiz bunda Edebâli dergâhında almış olduğu manevî tedrisatın büyük tesiri vardır. Osmanlı mayasının paklığı ve devletin temelinin sağlamlığı buradan gelmektedir.
Fetih bir ihyadır, İslâm’ın bir inkişâfıdır. Osmanlı kuruluşundan itibaren ilk bir buçuk asır boyunca bunun hazırlığını yapmıştır. Bu fetihin hızı iki asır daha devam ederek Osmanlı’yı Viyana’ya kadar götürmüştür. Fakat Viyana önlerine gelen Osmanlı ordusunda ne Fâtih gibi bir kumandan vardır, ne de Mürşidi Ak Şemseddîn gibi “aziz ve mübârek bir Allah dostu” vardır. Ulubatlı Hasan gibi ganimet için değil i’lâyı kelimatullah için üç hilâlli sancağı burçlara dikme yolunda şehid olan askerler de eskisi kadar yoktur. Ve netice de Viyana’dan dönülmüştür.
Yazımızın başında ifade ettiğimiz gibi tarihimize mâl olmuş kim varsa hepsinin müşterek hususiyeti tasavvuf ehli olmalarıdır. Tarihte bizi kudretli ve Allah indinde kıymetli kılan husus tasavvuf ehli bir millet olmamız ve bu sayede İslâm’ı Resûlî - Kur’ânî çizgide yaşamamız ve yaşatmamızdır. Bizim yapmaya çalıştığımız 21. asır insanına bu hakikati hatırlatmak ve bu hususta idraklerinin açılmasına vesile olmaktır.
* Batı âlemi son çeyrek asırda, Çeçenistan’da, Bosna Hersek’te, Karabağ’da, Filistin’de, Afganistan’da, Irak’ta ve daha nice yerlerde milyonlarca masum Müslüman’ın kanını akıtmıştır. Bugün bu yerlerde ve Doğu Türkistan, Birmanya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Suriye, Patani, Kırım gibi coğrafyalarda Müslümanların kanı oluk oluk akmaya devam etmektedir. Söz konusu Müslümanlar olunca “insanlığı güdük” Batı âlemi ve şakşakçıları herhangi bir tepki vermemektedir.
Bugün Fransa pkk ihanetini besleyen ana merkezlerden biridir.
* Bütün bir kâinat Resûl-i Zîşan (aleyhisselâm) Efendimizin nuru ile halk edilmiştir. Bütün bir insanlık insan olma şerefini Resûlullah Efendimize borçludur. Hiçbir kimse Şanlı Peygamberimize hakaret edemez, O’nun mübârek hatırasına hürmetsizlik edemez. Eden olursa hem bu dünyada hem de ahirette ilahî tokadı yer. Şanlı Peygamberimiz bizim varlık sebebimizdir. Müslüman Türk milleti olarak bizler, Fahr-i Kâinat (aleyhisselatu vesselâm) Efendimizi kendi canımızdan, babamızdan, anamızdan daha çok severiz.
Bizim tarihimiz bu uğurda verilen kutlu mücadelenin âdeta bir geçit resmi gibidir. Birileri Efendimize edepsizlik edebilecek cesareti kendilerinde buluyorsa bu bizim boynumuza vebaldir. Müslümanların bu gibi terbiyesizliklerin önünü kesebilecek kudrete ulaşmaları ve usulüne uygun şekilde bunlarla mücadele etmeleri elzemdir.
Fransa yaptığı ve yapmaya devam ettiği katliamlardan nedamet duyup İslâm âleminden özür dilemediği sürece onlara yapılan hiçbir saldırıyı kınamayacağım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.