İngilizler Osmanlı ile akraba mı?
Anglikan din adamına göre Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığı ahlaki ve teolojik bir sorun teşkil etmekteydi: Tanrı nasıl olur da, sultanın aşağılık dürtüleri ve aşağılık yöntemleri olan kibir, yağmacılık ve zorbalığın, böylesine muazzam bir cüsseye sahip bir imparatorluğu bir arada elinde tutmasını sağlamaya devam etmesine müsaade edebilirdi? Elbette ki; bu sorunun cevabı sorunun kendi içerisinde gizliydi: Osmanlı İmparatorluğu 'Hıristiyanlığın belası' idi ve daha büyük bir planın bir parçasıydı.
Her kim ki adilce çekip çıkarır
Bu devasa gücü kaynağından;
Bir Büyük Emir olduğunu itiraf etmeli,
Bunu dünyanın gidişatına korku salmak için yapmış olan.
İlahi mukadderat dışında hiçbir şeyin olmayacağından emin olan King, Osmanlı İmparatorluğu'nun hızlı genişlemesini düşünürken kişisel olarak duyduğu heyecanı ve hayranlığı ifade etmekte de pek zorlanmamıştı.”
İngiliz hayalperestliği Osmanlı ile akraba olmayı o derece içselleştirmişti ki Henry Marsh 1663 yılında yani IV. Mehmed döneminde şöyle yazar:
“Büyük Senyör’ün(padişahın) eğer tanrısını ya da dinini seçme şansı olsa İngiltere Kralınınkini seçmek isteyeceğini belirttiğine ilişkin kesin duyumlar var.”
Resimde görüldüğü gibi İngiliz kahramanımız Osmanlı prensini bir tokatla yere serer, birçok askeri bir hamlede öldürür, aslanların ağzına elini sokar. Bu palavracı İngiliz belli ki 1001 Gece Masallarındaki fantezilerden etkilenmiş.
Zaten birçok batılı yazara göre roman ve şiir de tıpkı diğer tarım devrimleri sonucu öğrenilenler gibi doğudan gelmiştir.
İngiliz hayalperestliği o derece ileri gider ki, padişah İngiltere kraliçesinin dinini bile seçmeye hazırdır. Hatta kızını delikanlıya verir ve artık Osmanlı ile kanbağı da tesis edilmiştir.
Meşhur Cesur Yürek filminde İskoçyalı halk kahramanının İngiliz kralının geliniyle aşk yaşaması aslında İskoçlarla İngilizler arasındaki kanbağına işaret amacı taşımaktadır. Dolayısıyla Britanyalılaşmaya hizmettir bir anlamda.
Osmanlı ile kanbağı tesisi de o gücün Britanya macerasında kullanılmasına bir hak kesbetme arzusu olsa gerek.
“Eğer bu hikâye gerçek olsaydı 1660'lı yıllara gelindiğinde Osmanlı sultanları hanedanının iki ya da üç kuşaktan beri atası bir İngiliz olmuş olurdu. Bu örnekte emperyal kıskançlık duygusu hayali bir İngiliz-Osmanlı kanbağı uydurmuş ve Osmanlı İmparatorluğu'na soy olarak İngilizler tarafından hükmedildiği şeklindeki bir fanteziye dönüşmüştür.
Bu fantezi İngilizlerin Osmanlı toplumsal yapılarını çok iyi bildiklerini varsayması nedeniyle bilhassa ilgi çekicidir. Bu balatta Sultan bilinen şekliyle 'Kral' olarak tabir edilmiş ve kendisinin tıpkı Britanya'nın' Asil Leydiler' ve 'Baronlar'dan oluşan sarayı gibi bir saraya ve kraliyet ailesine sahip olduğu hayal edilmiştir. Ancak bununla aynı zamanda, sultanın tiranlığı ve ilahı kabul edilmeyen dini hakkında İngiltere' de mevcut olan geleneksel görüşlere uygun olarak zalimlik yapmaya meyilli ve aşırı düzeyde batıl itikatlı birisi olarak tasvir edilmiştir. Toplumsal sınıf basamaklarını hızla tırmanan çırak İslam dinine geçmeksizin ya da sünnet olmaksızın büyük şeyler başarmıştı ve bunları başarmak için sadece kendi İngilizliğinin hakkını vermesi yeterli olmuştu. Bu fanteziyi uzak ve büyülü bir diyarda geçen münferit bir fantezi olarak değil de Michel Foucault'un tanımladığı sistematik göndermeli söylem kavramı bağlamında görmemizi gerektiren husus Osmanlı İmparatorluğu'nun hem çokkültürlü hem de liyakate dayalı bir yapıya sahip olduğunun açıkça anlaşılmış olmasıdır: Zira zenginliğe, toplumsal statüye ve politik nüfuza erişebilmek gerçekte de tıpkı burada hayal edildiği gibi tamamen sultanın mutlak iradesine ve hanedanlık soyuna bağlıydı. En azından bu açıdan bu fantezinin tamamen temelsiz olmadığını söyleyebiliriz. Bu baladın Matbaacılar Kumpanyası kütüğüne kaydedildiği 1656 yılında, Francis Osbome şunları yazmıştı:
“Türkiye' deki halkın soyla miras kalan hiçbir şeyi yoktur: Tüm unvanlar ve makamlar, Liyakata dayanmaktadır ve Yaşam süresi ile sınırlıdır, Doğumla kazanılan hiçbir şeye ayrıcalık gösterilmemektedir... bu durum kamu İşleri İdaresindekilerin Hırslarını Dizginlemekte, o mevkilere henüz ulaşmamış olanları da Çalışkanlığa teşvik etmektedir.”
Türkmen ve Arap atlarının ıslah edilip geliştirilmesi ve safkan İngiliz atları kavramının ortaya çıkışı, Roma devrinden beri doğunun ipek dokumacılığını ve diğer tarım ürünlerini kıskançlıkla öğrenmiş olan İngilizlerin Fransızlarla Osmanlıların ittifakını kıskanmaları ve önce hayalî sonra diplomatik dostluk ve hatta kanbağı(!) tesis etmeleri, emperyal kıskançlıklarının Çanakkale Savaşları ile nasıl bir boyuta erişeceğinin sinyallerini vermiş olsa da Osmanlı’da saray ve aydın kesiminde anlaşılması biraz gecikmiş idrak olarak mümkün olabilmiştir. Osmanlı’nın batıya öğrettiği büyük birlik projesi İngilizlerde Britanyalılaşma ve ardından dünya imparatorluğu tesis etmeye kadar uzanmış; bugün de birleşik Avrupa idealine kapı aralamıştır.
Tarımcı Mehmed Âkif organik mayamızın şair ufku olarak bu emperyalizmin zirveye ulaştığı bir dönemde doğdu ve yaşadı. Batının bizden aldığını geri talep etti.
Marifet bir de fazilet… iki kudret lâzım.
Giden üçyüz senelik ilmi sık elden edinin.
Yediyüz yıllık eserlerle bu dinin hâlâ
İhtiyacatını kabil mi telafi? Asla!
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı
Alınız ilmini Garbin, alınız san’atini,
Veriniz hem de mesainize son sür’atini.
Âkif, İngiliz emperyalizmini çözmüştü. Onun güvenilmezdi sözüne. Belâ gelirse oradan gelirdi. Nasrullah Camiindeki vaazının sonunda da Rusya’daki sosyalist devrimin de aslında İslam ile sosyalizmin benzer hedefleri olmaklığından ötürü tehlike arzetmediğini söylemektedir. Batı doğudan her şeyi almıştır ama adalet ve merhamet, hörmet, fazilet, aşk şifresini alamamıştır.
Yine bin yıllık izler sürülecektir. Batıdan nasıl bizden aldılarsa alabileceklerimiz alınacak, ama kendi köklerimizden yol bulunacaktır.
Hastalanmışsa ağaç, gösteriniz bir bilene
Bir de en çok köke baksın o bakan kimse yine
Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı
Şayed isterseniz ağacın donanıp üstü başı
Benzesin taze çiçeklerle bezenmiş geline
Geçmesin dikkat edin, balta çocukların eline
Âkif’in organik aydın bilinciyle batının doğuya bakışını tersine çevirebilecek mayasının onu yepyeni bir mazi dirilişçiliğine ittiğini görüyoruz. İstibdat rejimi, balkan bozgunu, cihan savaşı ve sonrasındaki sosyal psikolojik çöküntünün yine bilgi ve kökle alakalı bir diriliş muştusu sayesinde atlatılabileceği damarı, onda ruhçu bir gerçekçilik inşası örüyor.
Eworth’ün atını keşfeden ve yeniden çizen baytar odur.
İngiliz hayalperesti Henry Blount’u veya Marsh’ı okumuş gibiydi.
İngiliz ve Amerikan:
İngiliz emperyalizminin asırlardan beri içinde gizlediği kıskançlığı Osmanlı pek umursamamıştı; sonrasında da iş işten geçmişti. İngiliz emperyal kıskançlığı, geçen asrı nasıl felaket asrı, kan asrı yaptıysa mirasını takip eden Amerikan emperyalizmi de 1983 yılındaki Paris anlaşması ardından kuruluşunun mayasında böylesi bir emperyal kıskançlık kalıntıları barındırıyordu. Osmanlı’nın ihtişamlı imparatorluğunu inşa görevi İngiliz’den Amerikalı hayalperestlere sıçramıştı. Daha 1786’da Pdem on the Happiness of America adlı eserinde Humphreys, geçmiş bin yılın hesabını sorar sanki. Yenilgiler, hüzünler, ülkelerin yok edilişi, açlıklar, kıtlıklar, bölünüklükler… Amerikalılar keşifler yapacaktı da Cezayirliler engellemişti. O büyük doğu hükümdarı en büyük düşmandı. Nasıl da haksız yere büyük zenginliğin üstünde oturuyordu?
Âkif sanki Humphreys’in şiirinden etkilenmiştir. Bu kadar üslup benzerliği olur.
'Herşey oldu bitti! Kasvetli geleceğin yükselişine bak;
Mağlubiyet hüznü ıssız kıyıları avladı:
Gökyüzünü kül rengi bulutlar kapladı,
Ve havada ölümün sesleri uçuşuyor
Ezilmiş otlar geçen fırtınada hışırdıyor:
Daha şimdiden neşeli sesler kaçıyor insanlardan
Ne işlek pazarlar, ne kalabalık limanlar,
Ne yerel danslar, ne görkemli saraylar;
Daha düne kadar ziyafet ve müzikle taçlanan salonlarda,
Ne cümbüşler var, ne de sevinçli tefler çalınıyor.
Ey müşkülpesent şatafat!
Nereye kaçtı törenlerin!
Düşenler aşağılık yataklarında nasıl uyuyor!
Verimli toprakları harabeye döndü,
Binalar yerle bir, çiftlikler yanmış.
Yıldızlar düşecek, güneşi kan kaplayacak,
Dünya eriyip ateşten bir sıvıya dönüşecek,
Her şey yok olacak ve insan ırkı bitecek.
Geçen asırdaki İngiliz emperyası bu asırdaki Amerikan emperyası İngiliz-Protestan milenyumculuğunun izlerini taşıyor. Henry Blaunt, Marsh ve Humphreys emperyal kıskançlıkta buluyorlar. Tıpkı Osmanlı emperyal mirasının küllerinden yeni ideolojiler arayan üç tarzı siyaset aydınlarımız gibi. Namık Kemal, Mehmed Âkif ve Ziya Gökalp bir yerde buluşuyorlar. Köklerini kaybettikleri yerde…
Meleke-i İcad
Çöküşün psikolojisi içinde İstanbul’da geçen çocukluk ve gençlik, dünyanın başka yerlerinde yaşanan terakkinin aleyhimize sonuçlar doğuracağını biliyordu. Sanatçı, hayattan kaçan sanatçı değildi. Hayata koşan bir sanatçıydı. Hayatı ile eserini birleştiren sanatçı cemiyetten daha kuvvetliydi. Cemiyete uymazdı. Cemiyeti kendine uydururdu. Toplum sancılıyken sanat yaptığını sannedenler edepsizdi. Edepsizliğin olduğu yerde edebiyat olsa ne olurdu ki… Çöken, çatırdayan yapı altında eski gazeller söylenmezdi.
Yeni bir şey lazımdı.
Stratejinin-taktiğin ağır bastığı, diyalog gibi tâli bir meselenin bizzat din olduğu yerde din de biterdi. Önce Fransız, sonra İngiliz bizimle yaptığı ticaretin arkasında başka hülyalar taşıyorlardı. Önce Namık Kemal haykırdı bunu.
Âkif bu anlayışa, ötekinin yerine kendini koymaya Meleke-i İcad diyordu.
Melek-i icad yani empati… sanat dediğimiz de bundan başka bir şey değildi. Sebilürreşad’da yazdığına göre; “tâbir-i marufu veçhile başkasının bederine temessül lâzım.”
Mesele buydu. Eski teranelerle, uyuşturulmuş ve din diye takdim edilmiş içe kapanmalarla iş hallolmazdı.
İnkılap lâzımdı…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.