Ağaç”tan “Büyük Doğu”ya
İnsanın sürgünü şiirdir. Nerede bir sürgün varsa, orada şiir vardır. Acının, hasretin, sılanın, özlemin, gurbetin, savaşın, yıkılışın, inişin, çıkışın, yükselişin, ayrılığın, vurgunun, kahrın, kaçışın içindedir şiir.
Ebed bahçesinden yenilen meyveyle, dokunulan ağaçla yeryüzü sürgünü başlar insanın. Sürgün yakarışı, yalvarışı, tövbeyi, arınmayı, uslanmayı, keskinleşmeyi, kinlenmeyi, tazelenmeyi, hınçlanmayı hasret ve umut içinde geliştirir. Sürgün ülkeden ebed çizgisine yeniden yol almak için bu çileler çekilir, bu ağıtlar yakılır, bu şiirler yazılır, söylenir.
Şiire ait iklim, insanın yaşadığı iklimdir. Çevresinde var olan olaylar insanı şiirle içi içe beler. Kanatır, sevindirir, hüzne boğar. Çığlıkların, ölümlerin, çekip gitmelerin ötesinde var olan hayatın gerçeği, insan dokunan hisler, duygular, bağlılıklar, beraberlikler, dostluklar, yoldaşlıklar, aşklar ve sevgilerdir.
İnsan doğduğu andan itibaren bir sürgüne gelmiş, gönderilmiştir. Sürgündedir çünkü mukim olundukları saadetli dünya yani cennet gerilerde kalmıştır. Sürgün ülke ebedi olan ülkedir. Sürgüne gelinen yerse geçici olan, yalancı olan, sahteliklerle dolu olan bir dünyadır. Sahte bir dünyada sürgünde olduğunu idrak etmekle şiir kendisini hayatın içinde, özünde gösterir. Sürgüne gönderilmiş olmak demek acılara, ayrılıklara tahammül etmek demektir. İsyan etmeden tahammül etmek böylece acıların biriktirdiği türkülere, şiir olmaktır.
Kelimelerin törpülendiği mekândır şiir. Sözcüklerin vadisinden süzülerek, seçilmiş halde gelir kelimeler şiire yerleşir. Türk şiirinin en önemli dergâhlarından olan “Büyük Doğu” böyle bir mekândır. Şairleri, edipleri, düşünürleri, felsefecileri ve estetik üzerinde çabası olanları çatısı altında toplar. İlk belirgin çizgi “Büyük Doğu” ya bir bakıma kök ve gövde oluşturacak olan “Ağaç”, sanat, fikir ve aksiyondergisi olduğunu açıklar. 1936 yılında inşa olunmuş haftalık dergi olarak düşünülmüş, hayata iddialarla seslenmiş olan “Ağaç” dergisi “Adımız” yazısında şöyle söyler;
“ Yaprakların kıldan ince damarlarını daha kalın bir sapla birleştiren, sonra bütün bu sapları birer kola bağlayan, bütün bu dalları derece derece daha iri dallara iliştiren, daha sonra bütün bu daha iri dalları tek ve ana bir gövdede düğümleyen ağaç, en sonra toprağın içine dalıp karanlık ve esrarlı bir kök âleminde tekrar kollara ayrılan, halattan ipe, ipten sicime, sicimden ipliğe, her kolu gittikçe daha ince başka kollara bölünen, her başka kolu gözün seçemeyeceği ve hesabın tutamayacağı inceliklere ulaşan, muhite doğru namütenahi dağınık ve çok, merkeze doğru namütenahi toplu ve tek bir şahsiyet muvazenesinin ne eşsiz örgüsüdür…
İğne ucu kadar ince mesanelerinden yeşil yapraklar fışkırır.. Tabiatın en girift nakışlarını çerçeveleyen çiçeklerle donanır. Fakat o, henüz eserini vermiş değildir. Bütün bunlar gelmek üzere bulunan bir eserin şenliği.. Nitekim biraz sonra çiçekler dökülmüş, yapraklar eskimiş ve dallarında bir kandil gibi yemişler belirmiştir. Bu yemişler, her biri bir ağaçtan gelen ve her biri içinde birer ağaç taşıyan bu yemişler, açlık ve susuzluğa göklerin indirdiği çarelerdir. Açlık ve susuzluğu dindirmekse fanteziden çıkmak, ezeli ve ebedi derde ilaç olmak değil midir?
Böylece her mevsimde devrini tekrarlayan ağaç, dipsiz gökleri dolduran âlemlerin ahenkli ve inzibatlı devirleri altında, büyük varlık orkestrosunun vahdet ve sonsuzluğu hikâye eden, derin ve sıcak birinci kemanını andırır.
Ağaç insanlara neler söylemedi?
Zaten insanoğlunun dünyaya düşüşünü anlatan masalda, şeytan ve kadın unsurları yanında, yasak meyveyi yetiştiren ağaç nedir?
Sanki bu fevkalade şahsiyetin hendesesindeki nizamla, içinde Allah’ın sırları yatan ruhumuzun hasret çektiği nizam arasında gizli bir yol meydana çıkıyor.” Necip Fazıl Kısakürek’e ait bu tanımlama. Kökleri, gövdeleri, yaprakları, çiçekleri, meyveleri, sonbaharla gazellere çevrilen rengârenk tonlamalarıyla kemiklere dönen elbisesiz halleriyle insanlara benzer ağaç. Necip Fazıl’ın Başyazar olduğu dergi, 14 Mart 1936 yılında haftalık 17 sayı çıkar.. Önemli şeyler söyleyen ve iddiaları bulunan bu derginin yazarları o dönemin edebiyatçıları, şairleridir.
Böyle başlayan iddia hem “Büyük Doğu” mecmuasını, hem de “Büyük Doğu Cemiyeti” nin kurulmasını sağlar. Düşünce, sanat, edebiyat ve şiir bundan böyle farklı yükleri, anlayışları, savunuşları taşıyarak yelkenler açacaktır. Anadolu ruhunda yankısını bulacak olan “Büyük Doğu” mensubiyetinin ölçüsü “Allah ve Resul buyruğudur. Üstat Necip Fazıl, yoklar ve yoksulluklar ülkesinden varlar ve varlıklar ülkesine doğru umut, inanç ve iman aşılayan bir dava insanıdır. Savunduğu düşünce, ana fikir, şiirde yapmak istediği yegâne gaye Allah davasına adanmışlıktır.
“Ağaç” kök salmış, dal budak vermiş, yemişlerle ikramlarda bulunmuş, kökleri yerin gövdesinde kökleşmiş, dalları göğün katlarına doğru yol alan bir insicam içindeki nizam anlayışını özgür kılma mücadelesidir. Sebahattin Ali’den Falih Rıfkı Atay’a, Ahmet Muhip Dranas’tan Bedri Rahmi Eyüpoğlu’na, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Cahit Sıtkı Tarancı’ya, Peyami Safa’dan Şevket Rado’ya, Hilmi Ziya Ülken’den Hasan Ali Yücel’e, Zıya Osman Saba’dan, Sait Fasik’e, Fikret Adil’den Mustafa Şekip Tunç’a, Abidin Dino’dan Necip Fazıl Kısakürek’e doğru yol alan bir “Ağaçdergisine bu gün ne kadar çok ihtiyaç duyulmaktadır.
İşte “Büyük Doğu” cemiyeti de, mecmuası da, yayınevi de, düşüncesi de bu iklimle beslenmiştir. Bu iklime öğrenci olmuş aydınların sonraki yıllarda yayınladıkları mecmualar, dergiler Türk şiirine, düşüncesine ve edebiyatına öncülük etmiştir. “Büyük Doğu” önce “Diriliş”in sonra “Edebiyat”ın doğuşunu sağlamıştır. Ardından da “Mavera” dergisiyle taçlanmıştır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.