Mülayemet müsamaha, hoşgörü ve taviz
Cemiyet halinde yaşayan insanların, akla-hayale gelmeyecek ihtilaflarla ve problemlerle karşılaşmaları mümkündür.
Cemiyet halinde yaşayan insanların, akla-hayale gelmeyecek ihtilaflarla ve problemlerle karşılaşmaları mümkündür. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) insanlardan gelen sıkıntılara sabretmenin, onlardan uzaklaşmaktan daha hayırlı olduğunu haber verdiği malûmdur.(1) Sosyal sistem insanların kanun zoruyla değil, gönülden benimsedikleri değerlerle inşaa edilen bir sistemdir. Müslümanlara mahsus olan sosyal sistemin temelinde; güzel ahlâkın ve edebin topluma hakim kılınması, kardeşlik hukukunun korunması, hikmete uygun olan salih amellerin edâ edilmesi ve aile nizamının muhafazası gibi unsurların, müstesna bir değeri vardır. Her mükellefin, toplum içerisindeki davranışları ve diğer insanlarla olan münasebetleri hususunda muhtaç olduğu ilimleri öğrenmesi farzdır. Reddü’l Muhtar’da ‘farz-ı ayn olan ilimler’ tasnif edilirken şöyle denilmiştir: ‘Kulun dinini icrası, Allah (cc) için amelinin ihlâsı ve diğer kulları ile muaşereti (münasebeti) hususunda muhtaç olduğu ilimlerin öğrenilmesi İslâm’ın farzlarındandır.’(2) İslâm dininin iman ve ibadet esasları ile ahlâki hükümlerini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Hz. Adem (as)’den itibaren bütün peygamberlerin, insanları en güzel şekilde İslâma davet ettikleri malumdur. Allahü Teâla (cc) Hz. Musa (as) ile Hz. Harun’u (as); Fir’avna tebliğ için gönderirken “Ona yumuşak ve tatlı bir söz söyleyin” (Ta-Ha Sûresi: 44) emrini vermiştir. Ayette geçen “kavl-i leyyin” terimi; içerisinde hiç azarlama olmayan. tatlı ve mülâyim sözleri ifade eden bir terimdir. Günümüzde bize muhatap olan insanların; firavûn kadar inatçı olmadıklarını düşünürsek, mülayemet ve müsamaha ile muamelenin önemini daha kolay kavramamız mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de hem itikadi, hem de ameli zulmün keyfiyeti haber verilmiştir. Gayr-i meşrû amelleri sebebiyle kendi nefislerine ve çevrelerinde bulunan diğer insanlara zulmeden kimselerin tevbe etmeleri farzdır. Adaleti gerçekleştirmek, iyiliklerin yayılmasını sağlamak ve kötülükleri önlemek, önce dil ile başlar. Hesap gününü düşünen mü’minlerin hayır konuşmaları veya susmaları, sünnetle sabit olan umumi bir kaidedir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) “Allah’a ve ahiret gününe imanı olan kimse, ya hayırlı bir söz söylesin, ya da sussun.”(3) emrini verdiği malumdur. Müslümanların muhataplarından gelen tekliflere kulak vermeleri ve bu tekliflerin en güzeline uymaları nassla teklif edilen bir kaidedir. Kur’an-ı Kerim’de: “Onlar söze (dikkatle) kulak verirler de onun (o sözlerin) en güzeline uyarlar. İşte bunlar Allah’ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir. İşte bunlar temiz akıl sahipleri olanların ta kendileridir” (Ez Zümer Sûresi: 18) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Şafii (rh.a) “Er Risale” isimli usûl kitabında: “Bir meselede muhalif olan kimse de dinlenir. Çünkü bu fiilde gafletin ortadan kaldırılması ve hakikatin ortaya çıkması için yerinde tesbit vardır”(4) diyerek, önemli bir mahiyete işaret etmiştir. Dürri’l Muhtar’da:” Hakkın ve hakikatin zaferi için ilmi münazarada bulunmak ibadettir”(5) denilmiş ve nelere dikkat edilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Bir müslümanın fiili savaş hali müstesna; muhatabı olduğu insanlarla, en güzel uslupla konuşması müstehaptır. Muteber fıkıh kitaplarından Feteva-ı Hindiyye’de:” Mükellef için müstehap olan insanları idare etmesi ve onlarla iyi geçinmesidir. Tebliği mülâyemetle yapmak, müsamaha göstermek ve mütebessim olmak sünnete uygundur. Muhatabı kim olursa olsun, dalkavukluğa sapmadan ve taviz vermeden konuşması uygun olur. Siraciyye’de de böyledir”(6) hükmü kayıtlıdır.
Günümüzde müsamaha ve hoşgörü kavramlarını, birbirlerinin muradifi gibi kullanan çevrelerin varlığı malumdur. İnsanlara mülâyemetle yaklaşan ve müsamaha gösteren bir mükellefin, islâmdan taviz verdiğini ileri süren kimseler de vardır. Bu anlayışın doğru olmadığını ve tashih edilmesi gerektiğini söylemek mümkündür. Bazı lûgat alimleri, mülâyemet terimini “insanın tabiatında olan yumuşaklık ve kalbindeki sekinet” olarak tarif etmişlerdir. Mülayemetle muamele, aynı zamanda Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) sünnetidir. Bu hakikat, muhkem nassla haber verilmiştir: “(O vakit) Sen Allah’dan bir esirgeme sayesindedir ki, onlara mülâyemetle davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi bile..” (Al-i İmran Sûresi: 159) Dikkat edilirse mülâyemet, Allah’ın (cc) lütfu ve ihsanı olarak vasıflandırılmıştır. Müsamaha ise “görmemezlikten gelme, göz yumma, hoş görme ve aldırış etmeme” gibi manalara gelir. Mü’minlerin birbirlerinin ufak-tefek kusurlarını büyütmemelerini, “müsamaha” terimiyle ifade etmek mümkündür. Müsamaha göstermenin, taviz vermekle hiçbir ilgisi yoktur. Ancak son yıllarda müsamaha kavramının yerine ‘hoşgörü’ terimini tercih eden aydınlar vardır. Hoşgörü (tolerans) ‘İnsanların düşünce ve kanaatlerini özgürce dile getirmesini ve dünya görüşüne göre yaşamasını ‘ ifade eden bir terimdir.(7) Bazıları toleransı ‘tolare edilen kişi ve görüşlerle kendini eşit saymak, onları kendinin eşdeğeri olarak görmek’ şeklinde ifade etmişlerdir.(8) Bazı filozofların hoşgörü kavramını ‘din ile ideolojiyi birbirine eşitleme vasıtası olarak kullandıklarını’ ve anlam düzenini bozduklarını söylemek mümkündür. Halbuki müsamaha kavramı, hoşgörü teriminden farklı bir keyfiyete haizdir.
Mülâyemet ve müsamaha, Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) sünnetinde görülen ve beşeri münasebet açısından son derece faydalı olan davranışlardır. Hz. Enes b. Malik (ra): “Hz. Peygambere (sav) tam on yıl hizmet ettim. Bir kere olsun bana canı sıkılıp of bile demedi. Yaptığım bir iş için ‘Niçin böyle yaptın, şöyle yapsaydın ya’ diye azarlamadı. Yüzünü hiç ekşitmedi”(9) diyerek, fiili sünneti haber vermektedir. Muhatabı olan insanlara tepeden bakan, sert, haşin, kaba ve katı yürekli olan kimselerin, tebliğ faaliyetlerinde muvaffak olmaları mümkün değildir.
Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) mülayemetini ve tebliğ siyasetini dikkate almayan bazı kimselerin, ısrarla ‘İslam ahkamını tebliğ ederken taviz verilmemelidir’ hükmünü, slogan gibi kullandıkları malumdur. Bilindiği gibi taviz terimi; “tarafların belli bir bedel vermeleri ve uzlaşmaları” manasına gelir. Rasûl-i Ekrem (sav) tebliğ esnasında, hiç kimseye taviz vermemiştir. Fakat insanlara mülâyemetle davranma ve müsamaha gösterme noktasında, engin bir merhamete sahiptir. Muhatabı olan insanlara bağırıp-çağırmamıştır. En zor şartlar altında bile mülâyemeti esas almayan, sabır hususunda zaaf gösteren ve muhatabının kusurlarını müsamaha ile örtemeyen kimseler, sünnete muhalefet etmiş olurlar. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) eşşiz mülâyemeti, merhameti ve musamahası insanları cezbetmiş, onların hidayetine vesile olmuştur. Bütün peygamberler gönderildikleri insanlara karşı daima merhametli ve musamahakar davranmışlardır.(10)
Huneyn savaşı’ndan sonra, ensar’dan bazılarının ganimet konusunda ortaya koydukları tavır ve bu tavır karşısında Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) gösterdiği mülâyemet, ihya edilmesi gereken önemli bir sünnettir. O gün (Huneyn günü) Hz. Peygamber’in (sav) ganimet taksimi konusunda, henüz İslâm’a girmiş ve ilk harbe iştirak eden Mekke’lileri kayırdığı yolundaki dedi-kodular alabildiğine artmıştır. Huzursuzluğun had safhaya çıkması, Peygamberimiz Efendimizi (sav) çok üzmüştür. Bazıları Rasûl-i Ekrem’in (sav) adaletten uzaklaştığını söylemeye başlamışlardır. Bunun üzerine Peygamberimiz Efendimiz (sav) Ensar’a hitaben şöyle demiştir: “İsteseydiniz benim sorularıma şöyle cevap verebilirdiniz. Sözlerinizin doğru olduğunu herkes kabul ederdi. Derdiniz ki:” Kavmin tarafından yalanlanmış bir vaziyette bize geldin, biz seni tasdik ettik. Kavmin seni terk ederek yalnız bıraktı biz ise sana yardım ettik. Kovuldun biz seni bağrımıza bastık. Yoksul bir halde geldin biz seni malımıza ortak ettik. ”Ey Ensar cemaati!.. Bir takım kimseleri İslâm’a kazandırmak, onların kalblerini ısındırmak için verdiğim azıcık dünyalık yüzünden bana kırıldınız. Ben sizin dindeki samimiyetinize güvenerek böyle yaptım. Ey Ensar! Herkes aldıkları develerle, koyunlarla, mallarla evlerine dönerken, sizde Allah’ın Rasûlü ile evlerinize dönmeğe razı olmaz mısınız? Allah’a yemin ederim ki, eğer hicret olmasaydı, Ensar’dan bir fert olmayı tercih ederdim. Eğer bütün halk bir vadiye, Ensar’da diğer yola gitse, ben Ensar’ın yolunu tutardım. Yâ Rab! Ensar’a, Ensar’ın çocuklarına, çocuklarının çocuklarına rahmet et, onları bağışla.” Hutbeyi dinleyen Ensar’ın tamamı ağlamaya başlamış ve göz yaşlarından sakalları ıslanmıştır. Bu halde iken şöyle karşılık vermişlerdir: “Biz Allah’ın Rasûlü’nün bizim payımıza düşmesine razıyız.”(11)
Hesap gününü düşünen insanların, bu hadiseden alacakları birçok ders vardır. Müslümanların birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiği ve fütüvvet ahlâkının mahiyeti ortaya konulmuştur. Günümüzde müslümanların; müstevli/müstekbir kafirlere karşı duymaları gereken kin ve öfkeyi, ne yazık ki birbirlerine karşı duyduklarına şahit olmaktayız. Bu hastalığın, ümmet şuurunu darmadağın ettiğini söylemek mümkündür. Cemaat halinde yaşayan mü’minlerin; mülâyemeti ve müsamahayı hafife almaları, birbirlerini itham etmeye başlamaları ve fuzuli tartışmalarla meşgul olmaları fesada sebeb olmaktadır. Müsabereye riayet eden, öfkesini yenen ve insanların kusurlarını affeden mü’minleri, Allah’ın (cc) sevgili kulu olduğu muhkem nassla sabittir. Kur’an-ı Kerim’de, muttaki mü’minlerin vasıfları şöyle zikredilmiştir: “Onlar bollukta ve darlıkta infak ederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever.” (Al-i İmran Sûresi: 134)
Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) “mülâyemet, müsamaha ve affetme” konularında, daha ziyade şahsına yönelik kusurları bağışladığı görülmektedir. İslâmi hükümlerden taviz vermek farklı bir hadisedir. Allahü Teâlâ’nın (cc) hukukunu korumak hususunda, Peygamberimiz Efendimiz’den (sav) daha hassas olan bir kimseyi göstermek mümkün değildir. Mekke’nin fethi sırasında; Beni Mazlum kabilesinden bir kadın, hırsızlık fiilini irtikâb eder ve olay esnasında yakalanır. Bunun üzerine Sahabe-i Kiram’dan Hz. Usame b. Zeyd (ra) Rasûl-i Ekrem’in (sav) huzuruna gelerek hadd cezasının uygulanmamasını talep eder. Bu talebi dinleyen Rasûl-i Ekrem (sav): “Muhakkak ki İsrailoğulları aralarında, eşraftan olan bir kimse hırsızlık ettiği zaman onu cezasız bırakırlardı. Zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık ettiği zaman, onun elini keserlerdi. Şimdi sen Allahû Teâla (cc)’nın hududlarından birisi için şefaat mi diliyorsun. Ben hırsızlık eden kadın, kızım Fatıma olsaydı, muhakkak ki onun da elini keserdim”(12) buyurmuştur. Allah’ın (cc) hükümlerini tatbik konusunda hiçbir kimsenin taviz vermeye hakkı yoktur.
Herhangi bir mü’minin; şahsımıza karşı yaptığı kötü muameleyi, mülâyemet ve müsamaha ile karşılamamız sünnete uygundur. Bunun adı “demokratlık” veya telifçilik değildir. Mülâyemet ve müsamaha noktasında hassasiyet göstermek, her mü’min için güzel bir vasıftır ve demokrat olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Maalesef günümüzde hoşgörülü kimseleri ifade için “Demokrat insan” tabiri kullanılmaktadır. Bu tamamen yanlıştır.
Seküler-lâik kültürün getirdiği; dünyaya fazla değer verme hastalığı, bütün müslümanlara (az veya çok) bulaşmıştır. Bunun neticesi olarak, birbirleriyle olan münasebetlerinde sünnete riayet etmedikleri görülmektedir. Bu husustaki zaaf devam ederse, Müslümanların bırakalım iktidar ni’metine kavuşmayı, cemaat olma imkânını bile elde etmeleri mümkün olamaz. Bir cemaatin ferdleri; kendilerini iyiliğe veya kötülüğe doğru değiştirmedikleri müddetçe, Allahû Teâla (cc) onları değiştirmez. Her değişimin de bir neticesi vardır. Rasûl-i Ekrem (sav) bu hususa işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Ümmetim dünyayı gözlerinde büyüttükleri zaman kendilerinden İslâm’ın heybeti çekilip alınır. Emr-i bi’l Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l Münkeri terkettiklerinde, vahyin bereketi kendilerine haram kılınır. (Ve nihayet) birbirlerine sövmeye başladıklarında Allahû Teâla (cc)’nın nazarında hiçbir değerleri kalmaz.”(13) Bu hastalıkların tedavisi, İslami hareketin ‘olmazsa olmaz’ şartlarındandır. Müslümanların ahiret hayatından çok az bahsetmeleri, dünyayı gözlerinde büyütme hastalığının zaruri bir sonucudur. Farz-ı kifaye olan “insanlara iyilikleri emretmek (Emr-i bi’l ma’ruf) ve onları kötülüklerden alıkoyma” amelinin, değişik bahanelerle terkedildiği için, mü’minler vahyin bereketinden faydalanamaz hale gelmişlerdir. Son yıllarda; birbirlerine söven ve hatta tecavüze yeltenen hiziplerin zuhûr ettiğini gizlemenin de bir anlamı yoktur. Bu hastalıklar aynı zamanda; ictimai değişimin ahkâma nasıl tesir ettiğini bilmeyen ve şahsi kanaatlerini din zanneden insanların zuhuruna da vesile olmuştur.
(1) Sahih-i Buhari- İst: 1401 C:7 Sh: 188 K. Rikak: 34
(2) İbn-i Abidin- Reddü’l Muhtar Ale’d Dürri’l Muhtar- İst: 1982 C:1 Sh: 40
(3) İmam-ı Malik- El Muvatta-İst: 1401 K.Sıfatu’n-nebi: 22, Ayrıca İmam Ahmed b. Hanbel- El Müsned- İst: 1401 C: 2 Sh: 174, Sahih-i Buhari-İst: 1401 K. Edeb, C:7 Sh: 79 Bab: 31
(4) İmam-ı Şafii- Er Risale-Kahire:1979 (2 bsm) Sh:510 Madde:1473.
(5) İbn-i Abidin-A.g.e. C:15 Sh:533.
(6) Şeyh Nizamüddin ve Heyet- Feteva-ı Hindiyye- Beyrut: 1400 C: 5 Sh: 379.
(7) Prof. Bedia Akarsa- Felsefe Terimleri Sözlüğü- İst: 1994 Sh: 96
(8) Hüseyin Batuhan- Batı’da Tolerans Fikrinin Gelişimi- İst: 1959 Sh: 28
(9) Sahih-i Buhari- İst: 1401 C: 8 Sh:l7 K. Edeb.
(11) Ali Himmet Berki-Hz. Muhammed’in Hayatı-Ankara:ty Sh: 347
(12) Sahih-i Buhari- İst: 140l C: 8 Sh: 16, Ayrıca Sünen-i Darimi-K. Hudud:5 C: 1 Sh: 569, Sahih-i Müslim- K. Hudud:2 Sünen-i İbn-i Mace: K. Hudud:6.
(13) Abdurrauf Münavi- Feyzû’l Kadir- C: 1, Sh: 404, Ayrıca El Azizi- Siracü’l Münir-C:1 Sh: 160.
(14) (Misak Dergisi-226)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.