Vahşi Orman Kanunları ve Hukukun İflâsı
Dünyanın gündemini meşgul eden ve ‘küresel terörle mücadele’ ambalajı ile pazarlanan hadiseleri tahlil ederken, son çeyrek asırlık dönemi dikkate almamız gerekir. Suriye ve Irak’ta ortaya çıkan ve önüne gelen her askeri gücü yenerek bir anda geniş bir alanı kontrol edebilecek derin devlete dönüşen IŞİD gerçeği, ABD ve müttefiklerini harekete geçirdi. Bütün siyasi kariyerini ve karizmasını ‘barışseverlik’(!) üzerine yapmış bir Amerikan başkanı yeniden savaşa başladı. Baba Bush döneminin I. Irak (Körfez) Savaşı (1991); Oğul Bush’un II. Irak Savaşı (2003) ve şimdi de Demokrat bir başkan olan Obama’nın III. Irak Savaşı (2014) birbirinin devamıdır. Son çeyrek asırdır Irak çoğrafyasında yaşanan savaşlar, tarihin tekerrür ettiğini göstermektedir. O zaman bu tekerrürün sebebi nedir? Orta Doğu’yu yıllardır sürekli bir çatışma alanına dönüştüren petrol ve enerji bölgesinin jeopolitik çekiciliği mi, yoksa başka politik hesaplar mıdır? Bu suallere cevap verebilmek için, meseleyi değişik açılardan tahlil etmek gerekir.
Malûm 11 Eylül saldırıları sonrasında Başkan George W. Bush’un Kongre’nin birleşik oturumunda ABD halkına yaptığı konuşmasında; “Her bölgedeki, her ulus şimdi bir karar almak zorundadır. Ya bizimlesinizdir ya da teröristlerden yanasınız. Bugünden sonra, terörizmi koruyan ve destekleyen hangi rejim olursa olsun Birleşik Devletler tarafından düşman bir rejim olarak addedilecektir” sözleriyle, uygulayacakları politikayı ifade etmiştir.
Kendisini modern ‘Haçlı Savaşı’nın komutanı ilân eden George W. Bush, 6 Kasım 2001 tarihinde yaptığı konuşmada “Hiçbir ulus terörle mücadelede tarafsız olamaz” diyerek çok açık bir mesaj vermiş ve şöyle demiştir:
“Bundan sonra bizim oluşturacağımız bir tarih olacaktır, hiçbir devlet bunun dışında olamayacaktır. Oluşturacağımız tarih içerisinde ya bizim yanımızda olup çıkan neticeden yarar sağlayacaksınız ya da karşımızda yer alıp sizin için tasarladığımız sonuçları yaşayacaksınız.’’
ABD’nin İslâm dünyasına yönelik egemenlik projeleri, sanıldığı gibi 11 Eylül’de yaşanan hadiselerin bir sonucu değildir. İslâm toprakları; sratejik konumu ve yeraltı zenginlikleri sebebiyle, son bir asırdır ABD ve müttefiklerinin askeri ve ideolojik tecavüzlerine maruz kalmıştır. Emperyalist emellerine hizmet edecek kadroları iktidara getirebilmek için; akla-hayale gelmeyecek tuzaklar kurmuş, hatta askeri darbelerin (Tıpkı Mısır’da olduğu gibi) yapılmasını sağlamıştır. ABD Başkanı George W. Bush’un; yıllarca süreceğini ifade ettiği mücadele, aynı zamanda gayr-i nizami savaş özelliğini taşıyan psikolojik bir harekâttır. Terör ile din arasında ilişki kuran ve “İslâm dünyası denilince akla terör gelir” sloganını dillerinden düşürmeyen Amerikan düşünce kuruluşlarının yöneticileri İslâmi hareketlerin zaafa uğratılmasını arzu etmektedirler. Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan’ın ‘Üst Akıl’ olarak ifade ettiği ABD derin devleti; Suudi Arabistan başta olmak üzere, Ürdün, Katar ve BAE gibi ülkelerde, Ihvan-ı Müslimin Hareketi’nin ‘terör örgütleri listesine’ dahil edilmesini sağlamıştır. Dünya İslâm âlimleri Birliği başkanı Yusuf El Karadavi dahil olmak üzere binlerce İslâm âlimi terörist ilân edilmiştir. Bu emperyalist kuşatma’ kronik kaosu’ beraberinde getiren bir projeye dönüşmeye başlamıştır.
KÜRESEL TERÖRLE MÜCADELE ŞİFRESİ
ABD ve müttefiklerinin ‘küresel terörle mücadele’ adına başlattığı topyekûn savaş, uluslararası hukukun ayaklar altına alınmasına ve BM Güvenlik Konseyi’nin fonksiyonunu ortadan kaldırılmasına vesile olmuştur. Önce kendi vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, etnik ve dini özelliklere göre ayrımcı fişlemeler yapmayı mümkün kılan bir dizi yasa çıkaran ABD, dünyayı vahşi bir ormana çevirmiştir. Küresel terörle mücadele anlayışının dünya barışına hizmet etmediğini ifade eden Gazeteci-Yazar Fehmi Koru, özetle şu tespitte bulunmaktadır: Washington Post gazetesinde ‘Institute for Economics and Peace’ isimli araştırma kuruluşunun hazırladığı ‘Global Terörizm İndeksi’ isimli rapor yayınlandı. Bu rapora göre bütün dünyada terör kapsamı içine giren eylem sayısı 2000 yılında sadece 1500 iken, bu rakam 2013 yılında 10 binin üzerine çıkmıştır. Bu eylemlerin yarısından fazlası (% 60) Irak, Afganistan, Pakistan, Nijerya ve Suriye’de gerçekleşmiştir.
ABD’nin küresel hegemonya ihtirası, İngiltere’nin gizli emelleri ve siyonist İsrail’in güvenlik kaygıları, yeni bir dünya savaşının başlamasına sebep olmuştur. Kendi vatandaşı olan filozof Naom Chomsky “ABD Terörü” isimli eserinde, şu tespitte bulunmuştur: “Başkan Roosevelt; konuşma, ibadet, korkusuzca yaşama özgürlüğünü ve nihayet asgari ihtiyaçların baskısından azade olarak hayatını devam ettirme özgürlüğünü, dört özgürlük olarak tüm dünyaya ilân etmişti.(..) ABD’nin gerek güvenlik ve gerekse uluslararası politikasının esasını, bizim “beşinci özgürlük” dediğimiz şey oluşturmaktadır.(..) Beşinci özgürlük; soyma, sömürme ve hüküm altına alma ve sonuç alabilmek için her türlü hileye başvurma özgürlüğüdür.” ABD’nin küresel egemenlik ihtirasına vesile olan “Beşinci Özgürlük” anlayışı; enerji kaynaklarını ve bu kaynakların ulaştırma hatlarını kontrol altına alma esasına dayanmaktadır. ABD bir yandan Hazar Bölgesi’ndeki enerji kaynaklarını kontrol altına almaya gayret sarfederken, diğer yandan Basra Körfezi’ndeki enerji kaynaklarının emin ellerde bulundurulmasını temin etmeye çalışmaktadır.
Hazar Denizi ve Basra Körfezi’ndeki enerji kaynaklarına el koymaya karar veren ABD ve müttefiklerinin Ortadoğu’daki en önemli müttefiği İsrail Devleti’dir. Uluslararası hukukun kurallarından muaf tutulan, dünyanın en önemli nükleer ve biyolojik silah üreten ülkelerinden İsrail; soykırım, etnik temizlik veya diğer insanlık suçlarını işleme yetkisine sahip yegâne devlet olma imtiyazını elde etmiştir. İstediği anda Filistin halkına ait toprakları işgale yeltenen, yerleşim birimlerini haritadan silebilen ve yüzlerce insanı hiç bir ayırım gözetmeden (ihtiyar, kadın, çocuk vs) katledebilen İsrail, binlerce insanı esir alıp çölde kurduğu temerküz kamplarında tutabilmektedir. Katliam veya soykırıma tabi tutulan toplumlar için artık hiç bir koruyucu mekanizma kalmamıştır. Zira uluslararası hukuk ortadan kaldırılmış ve bütün dünyada ‘kuvvetli olan haklıdır’ anlayışına dayanan orman kanunları yürürlüğe konulmuştur.
Yeni uluslararası sistem, ABD’ye ve müttefiklerine katliam (soykırım) yapma imkânını vermekte, hatta bu suçları terörle mücadele kılıfına sokmaktadır. Uluslararası hukuk adına bu katliamları reddeden Sivil Toplum Örgütleri’nin “Terörist” ilan edildiği görülmektedir.
NATO’NUN İSRAİL’İ KORUMA MİSYONU VAR MIDIR?
Soğuk Savaş döneminde “Kuzey Atlantik Savunma Paktı” (NATO) olarak kurulan teşkilatın ‘kuzey’ kelimesi ile tanımlanmasının sebebi, SSCB ve müttefikleri (Varşova Paktı Ülkeleri) tarafından devrim yoluyla komünizmin yayılması ve üye ülkelerin bu tehlikeden korunmasıdır. Soğuk savaş döneminde, bu tehlikenin keyfiyetini kavramak mümkündür. Fakat komünizmin iflâsı ve SSCB’nin dağılmasından sonra NATO, varlık sebebini ve kuruluşunu zaruri kılan şartları kaybetmiştir. ABD ve müttefikleri, NATO’nun savunma konseptini değiştirmiş ve komünizmden boşalan düşman koltuğuna siyasi hedefleri olan İslâm’ı oturtmuştur. Son beş yılda NATO’nun Ortadoğu ülkeleri ile ne kadar derin ilişkiler geliştirdiğini ve bunun sebeplerini iyi tahlil etmemiz gerekir. Son yıllarda İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile NATO adına kurulan ve geliştirilen ilişkiler bize önemli ipuçları vermektedir.
NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyaretinde de Cidde’de yapılan ve ‘Çekirdek Koalisyon’un kurulmasına vesile olan yeni stratejiyi de dile getirdiğini söylemek mümkündür. NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in Siyonist rejimin başkenti Tel Aviv ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’ye yaptığı ziyaretlerde gündeme getirdiği “yeni strateji’, son bir yıldır yaşadığımız siyasi değişimin işaretlerini taşımaktadır. Tel Aviv’in yakınlarındaki Herzliya’da 9 Şubat 2011’de yaptığı konuşmada NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in ‘Teşkilatının kaderi ile Siyonist rejimin kaderinin ortak olduğunu, aynı tehditlerle karşı karşıya kaldığını ve siyonist rejimin güvenliğine yönelik tehditlerin bertaraf edilmesinin NATO’nun boynunda bir yükümlülük olarak durduğunu ‘ifade etmiştir. Rasmussen bu açıklamayı yaptığında ortada ne IŞİD vardır, ne de Suriye ve Irak’taki yaşanan siyasi değişimler söz konusudur. Tel Aviv de, NATO’nun Siyonist rejimin güvenliği için bir kalkan olacağını belirtirken, Abu Dabi’de ise, Yeni NATO stratejik konsepti bağlamında öncekilerden çok farklı olarak bir kamuoyu operasyonunun gerçekleştirileceğini ifade etmiştir. 9 Şubat 2011 tarihinde yapılan bu konuşma NATO teşkilatının resmi internet sitesinde yayınlanmıştır. Bu açıklamayı kısaca özetleyelim: “Daha iyi bir gelecek hakkında, NATO’nun İsrail ve diğer Ortadoğu ortaklarının geleceği hakkında konuşmak için buradayım. İnancıma göre gelecek üç şeye bağlıdır: İlk olarak, karşılaştığımız ortak tehdit ve meydan okumaları nasıl tanımlayabiliriz. İkinci olarak, ortak çözümler bulmak. Son olarak ve bunların hepsinin ötesinde, ortak bir kaderi paylaşıyor olduğumuz noktasındaki anlayışımız. Yeni tehditler bütün bölgede daha önemli bir hal almış durumda. Nükleer tehditte artış, balistik füzeler tehdidinde artış, terörizmin Ortadoğu ve hepimiz için teşkil ettiği tehdit!.. Daha işin başında olmamıza karşın, Yeni Akdeniz diyalog ortaklığımız yarının tehdit ve meydan okumalarına karşı iyi bir mesaj olacaktır. Burada iyileştirme kapsamında üç öncelikle alan görebiliyorum; politik istişareler, pratik işbirliği ve operasyonlar.”
Son yıllarda NATO “küresel terörizmle mücadele” adına, ABD önderliğindeki yeni koalisyonlarla karşımıza çıkmış bulunmaktadır. NATO’nun Körfez Arap rejimleri ile geliştirdiği stratejik ilişki ve askeri işbirliğinin ne anlama geldiğini, günümüzde ABD koalisyonu içinde yer alan Arap rejimlerinin bölgedeki rolleri ile görüyoruz. Bu gerçekleri dikkate aldığımız zaman şunu söyleyebiliriz: ABD küresel istilâsı, bazı cephelerde askeri güçle, bazı bölgelerde istihbarat teşkilatlarıyla, bazı ülkelerde NATO, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların yardımıyla devam ettirmektedir.
Uluslararası hukuku ve insanlığın ortak değerlerini yerle bir eden ABD ve müttefikleri; sadece Müslümanları değil, bütün insanlığı tehdit etmeye başlamışlardır. (Misak Dergisi-289)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.