Demokrasi Macerası ve Modern Hurafeler
Siyaset uzmanları arasında yaygın olan kanaate göre demokrasi; vatandaşların seçme-seçilme haklarını tanıyan,düşünce hürriyetine önem veren, ve genel seçimleri kazanan siyasi hareketin iktidarını esas alan ve muhalefetin (azınlığın) haklarını koruyan bir siyasi rejimdir. İktidarın teşekkülü, denetlenmesi ve devredilmesi konusunda, kendine mahsus prensipleri vardır. Siyasi rejim olan demokrasi; nazari olarak halkın genel seçimlerde yaptığı tercihlerin dışında, herhangi bir otorite kabul etmeyen yönetim tekniğidir. Pratikte ise iktidara, servete ve silaha sahip olan elit zümrelerin ‘halk adına’ kendi gayr-i meşrû ihtiraslarını hayata geçirmek için takip ettikleri siyasetin ifadesidir.
Demokratik bir rejimde; liberal, sosyal demokrat. Komünist ve sosyalist partilerin, kendi dünya görüşlerine uygun olan projelerini halka sunmaları ve halkın rızasını alarak iktidara gelmeleri mümkündür. Buna mukabil Müslümanlar; seçmen olan vatandaşların yarısından fazlasının rızasını alsalar dahi, İslâm fıkhına uygun olan tekliflerini hayata geçiremezler. Bunun sebebi nedir? Meselenin diğer bir boyutu da şudur: Bütün demokratik rejimlerde, münzel kitaba dayanan dinleri hafife alan ve dünyevileşme fesadını yaygınlaştıran ideolojiler ön plândadır. Dünyevileşme fesadının, felsefi anlamda sekülarizm ve laiklik denilen tercihlerle olan münasebet ise,, et ile tırnağın münasebeti gibidir. Laikliğin felsefî değerini, kasdını ve ortaya çıkış macerasını bir tarafa bırakmak ve bu siyaset tarzını sadece ‘yönetim tekniği’ gibi takdim etmek doğru değildir.
Laikliğin en yalın tanımı, din ile siyasi iktidarın egemenlik alanlarını birbirinden ayırmaktır. Bu açıdan İslâm ile lâiklik, birbirinin zıddı olan iki ayrı inancın/dünya görüşünün ifadesidir.
İslâm topraklarını yangın yerine çeviren ABD ve müttefikleri; son yıllarda ‘demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti’ kavramlarını, sihirli bir hurafe gibi telkin etmektedirler. Buna mukabil (Ocak-1992) Cezayir’de yapılan genel seçimlerde; İslâmi selâmet Cephesi’nin (FIS) ezici bir üstünlük sağlaması (% 80) başta Fransa ve ABD olmak üzere; bütün AB ülkeleri tarafından desteklenen ‘Askeri Darbe’yi ön plâna çıkarmıştır. Cezayir’de askeri
cuntanın liderliğini yapan Muhammed
Budiyaf¸ 9 Ocak 1992 tarihinde ‘Algeria Gazetesi’ne’ verdiği demeçte ‘İslâmi Selâmet Cephesi, halkın ezici bir çoğunluğunun desteğini almıştır. Cezayir’i yönetmek onların hakkıdır’ derken, askeri cunta’nın başına geçer-geçmez ‘İslâm hiç kimsenin tekelinde değildir.’ diyerek efendilerinin sözcülüğünü yapmaya başlamıştır. Cezayir’de Askeri Cunta; iki yıl süren siyasi kaosta, bir milyon civarında masûmun ölümüne sebeb olmuştur. Yaşanan askeri darbeyi ‘Cezayir Dersi’ başlıklı makalesinde tahlil eden Mehmed Şevket Eygi, şu tesbitte bulunmuştur:’ Cezayir faciası göstermiştir ki, Müslüman bir millet demokratik yollarla, serbest seçimlerle İslyâm’ı seçerse, enternasyonel küfür mafyası her vasıta ile önlemeye çalışacaktır. (..) Müslüman bir ülkenin halkı küfrü seçerse demokrasiye uygun oluyor. İslâm’ı seçerse olmuyor. Sözün kısası budur. ‘(Milli Gazete-16 Ocak 1992)
ABD ve müttefikleri, Irak’a 48 saatte ‘demokrasi’ ihraç etmek için harekete geçtiği tarihten itibaren, sayıları milyorlarla ifade edilen masûm insan hayatını kaybettiği ve dört milyondan fazla insanın mülteci durumuna düştüğünü unutmamakta fayda vardır. Mısır’da halkın reyleriyle (genel seçimle) iktidara gelen Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin iktidarına son vermek için kurulan tuzağın üzerinde de ABD, İngiltere ve İsrail’in damgasını görmek mümkündür.
Görünün odur ki, İslâm topraklarında yaşanan demokrasi macerası;kan, gözyaşı ve zulümden başka bir şey getirmemiştir. Cezayir’de GİA, Irak’ta IŞİD ve Sudan’da ‘EŞ ŞEBAB’ gibi örgütlerin ortaya çıkması , silahlı mücadeleye başlamaları ve ‘Demokrasi’nin bir küfür rejimi’ olduğunu tezini ön plâna çıkarmalarının bir değil, birdenr fazla sebebi vardır.
MİLİTARİST KÜLTÜR VE VESAYET REJMİ
Günümüzde militarist cumhuriyet anlayışını savunan politikacılar ve medya aydınları; AK Parti iktidarının ‘sivil vesâyet rejimini’ kurmak için harekete geçtiğini ileri sürmektedirler. Bu iddianın arka plânında, askeri vesâyet rejimini savunma refleksi vardır. Türkiye’da cari olan siyasi sistem üzerindeki askerî vesâyetin giderek azalmaya başladığını hisseden bu aydınlar, demogojiye dayanan yeni tartışmaları gündeme getirmektedirler. Bu aydınlara göre, ‘siyasi sistem üzerindeki askerî vesayetin ortadan kalkması, sivil darbenin gerçekleşmesine sebeb olabilir.’ Bu tezlerini savunurken, Almanya’da Adolf Hitler’in veya İtalya’da Mussolini’nin uyguladıkları siyasi stratejilere dikkati çekmektedirler. Bu iki lider, dikta rejimlerini kurarken, temsili demokrasinin imkânlarından faydalanmışlardır. Dikta rejimlerini kurduktan sonra, demokrasi merdivenini başkaları da kullanmasın diye yok etmişlerdir. Elbette nazari planda, böyle bir ihtimalin varlığından söz etmek mümkündür. Ancak niyet okumaya dayanan siyasi yorumların, ilmi bir değeri yoktur. Kaldı ki bunun için Almanya veya İtalya’dan misal vermenin bir anlamı yoktur. Türkiye’de de aynı siyasi stratejinin uygulandığını söylemek mümkündür. Meselâ: 23 Nisan 1920 tarihinde toplanan Büyük Millet Meclisi’nin üyeleri ‘Hilâfete ve saltanata sadakatle bağlı kalacaklarına, vatanın ve milletin istihlâsı (kurtuluşu) ve istiklâli için çalışacaklarına’ dair ‘Vallahi, Tallahi’ diye yemin etmişlerdir. Netice malûmdur. Hilâfet kaldırılmış, insanların seçme ve seçilme haklarını ‘resmi ideolojiyi tasdik etmekle sınırlandıran’ Türkiye’ye mahsus bir askeri vesâyet rejimi kurulmuştur.
Gazeteci-yazar Henri J. Berkey, Taraf Gazetesi’nde yayınlanan ‘Türkiye’nin Siyasi Devrimi’ başlıklı makalesinde; askeri vesâyet rejiminin zaafa uğramasını ve yaşanan değişimi ifade ederken şu tesbitte bulunmuştur: ‘Türk ordusunun üst düzey komutanları dahil bazı mensupları, AKP’nin 2002 yapılan seçimlerdeki başarısından kısa bir süre sonra, bu partinin ‘Atatürk’ten miras kalan laik cumhuriyeti daha dinî ve otoriter bir devlete dönüştüreceklerinden’ endişe etmeye başladılar. Bugün biliyoruz ki bazıları, hükümete karşı kumpaslar kurdular.
Askerlerin korktukları, değişik bir açıdan başlarına geldi. Ancak bu AK Parti’nin Türkiye’yi bir din devletine dönüştürdüğü için değildir.
Dönüştürmedi ve pek de dönüştüreceğe benzemiyor. Askerlerin korkusu AK Parti’nin siyasette askerin rolünü azaltmak konusunda oldukça ileri gittiği için doğru çıkmıştır. Bu oldukça sıradışı bir başarı
gibi görünebilir. Gerçi sadece AKP’nin başarısı değildir.
Daha derin ve uzun zamandır süren toplumsal bir değişimin yani muhafazakâr ve dindar orta sınıfın ortaya çıkışının bir sonucudur.’ (23.03.2010) Kültür anlayışı açısından muhafazakâr, siyasi değişime öncülük etme noktasında radikal ve iktisadi tercihlerinde serbest piyasacı-liberal olan AK Parti’nin iktidarını on üç yıldır devam ettirmesi, Türkiye’deki siyasi dengelerin değişmesine sebeb olmuştur.
Son yıllarda politika çarşısının gündemini meşgul eden ‘Eski Türkiye/Yeni Türkiye’ tartışmaları, siyasi değişimin boyutlarını ifade açısından önemlidir..
MODERN HURAFELER
Türkiye’de yaşanan siyasi mücadelede; başta Fransa olmak üzere, batıdan ithal edilen politika kültürünün önemli bir yeri vardır. Aydınlanma felsefesini savunan bazı filozoflara göre devlet, kendilerini mutlak anlamda hüküm koyucu (ilâh) olarak gören insanların, birbirlerine vekâlet vermek suretiyle gerçekleştirdikleri bir üst kurumdur. Türkiye’de yıllardır cari olan askeri vesayet rejimini tercih eden, buna mukabil demokrasiyi de reddetmeyen aydınların, Rousseau’nun siyaset felsefesini (bilerek veya bilmeyerek) savunduklarını söylemek mümkündür.
Çünkü, Rousseau’nun siyaset felsefesi; askeri vesâyet sistemini veya totaliter siyaset anlayışını savunan kimselere, aynı zamanda ‘demokrat olma’ imkanını sağlamaktadır. Rousseau’ya göre, ‘Sivil toplum halinde yaşamak için sözleşen halkın; sözleşme kurallarına uyulup-uyulmadığını denetlenme mes’uliyeti ile ilgili olarak devlete ihtiyaç duyduğunu ileri sürmüştür. Devlet var olduğu için toplum var değildir. Aksine toplum var olduğu için devlet vardır. Dolayısıyla iktidarın yegane kaynağı halktır. “Egemenlik kayıtsız şartsız halkındır.” Filozof J. J. Rousseau, halkın egemenliği konusunda o kadar hassastır ki, O’na göre “halkın sesi hakkın sesidir” ve meclisin hazırladığı her kanunun, ayrıca referanduma sunulması şarttır.
Yirminci yüzyılın ilk yıllarında liberal, muhafazakar, sosyal demokrat ve komünizm gibi dünya görüşlerini savunan siyasi partiler, siyasi hedeflerini ‘iktidarı nasıl ele geçirebiliriz?’ sualine verdikleri cevapla sınırlı hale getirmişlerdir. Büyük Fransız Devrimi’nin sihirli sloganı olan “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” üçlüsünden sadece ‘eşitliği’ esas alan kimselerin solcu, ‘özgürlüğü’ ön plâna çıkaranların sağcı kabul edildiği yıllarda, değişik modern hurafeler piyasaya sürülmüştür. Bu modern hurafeler uğruna milyonlarca insan öldürüldüğünü unutmamak gerekir. Meselenin özü budur. (Misak Dergisi-295)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.