Siyasi Tarih, Devleti Kuran İrade ve Genel Seçimler
Zaman içerisinde ortaya çıkan itikadî, ictimaî ve hukukî değişimlerin, insanlar arasındaki siyasi ihtilafları sürekli kıldığını söylemek mümkündür. Tarihin konusu; zaman içerisinde meydana gelen siyasi hadiselerin sebeblerini, vesilelerini ve neticelerini tahlil etmekle sınırlıdır. Ancak tarih kitaplarında yer alan bilgilerin izafi olduğunu, yani o tarihin yazılmasını sağlayan güçlerin ‘resmi yorumlarını’ da beraberinde getirdiğini unutmamak gerekir. Her insan gibi, siyasi tarihle meşgul olan kimselerin de siyasi tercihleri vardır. İster tercihlerine tabi olsun, isterse tarafsız davranmaya çalışsın, herhangi bir tarihçinin ön yargılarından kurtulması kolay değildir. Bu keyfiyeti dikkate alan tarih uzmanı Fenelon, gerçek tarihçinin ‘hiçbir ülkeye mensup olmaması ve herhangi bir ideolojiyi takdis etmemesi’ gibi, iki önemli unsur üzerinde durmuştur. Ancak bu iki unsurun gerçekleşmesi kolay değildir. Bunun kolay olmadığını, kendisi de itiraf etmektedir.
Siyasi tarihin ilim değil, bilimsel disiplin olduğunu ileri süren uzmanlardan birisi olan Leon H. Halkin; tarihi ‘müşahhas hususiliği içinde geçmişin tasavvuru’ olarak tarif etmiştir. Dünya görüşleri ve inançları farklı olan tarihçilerin aynı hadiseyi farklı şekillerde yorumlamaları, tarih disiplininin önemini ortadan kaldırmaz. Türkiye’nin içinde bulunduğu hali tahlil ederken, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşanan siyasi değişimi dikkate almamız gerekir. Tanzimat Fermanı ile başlayan ‘Batılılaşma Sevdası’, İslâmi değerlerin muhkûm edilmesini ve Pozitivizme dayanan yeni bir inanç sisteminin dayatılmasını beraberinde getirmiştir. Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği günlerde (1839); Sadrazam Büyük Reşid Paşa’ya gönderilen mektubun son bölümünde, şu tavsiyeye yer verilmiştir: ’Türk halkını yeni dinine hazırlayın!”(1) Aydınlanma felsefesinden etkilenen meşrutiyet dönemi münevverleri; filozof A.Comte’un temel esaslarını belirlediği ve adını ‘insanlık dini’ koyduğu dünya görüşünden etkilenmişlerdir. Topraklarını işgal eden Haçlı ordularına karşı “İstiklâl Savaşı” veren kadroların; Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra “Türkün Yeni Amentüsü’ adını verdikleri bir metin hazırlamışlardır. Bu metnin muhtevâsı şudur: ’Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklâlini yoktan vareden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türk için âhiret günü olmadığına iman ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamâset destanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi’nin Allah’ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulûsiyle şehâdet ederim.’ (2)
Siyasi Değişim Faturası
Büyük Fransız Devrimi’nin, Batı’da yaygın olan hükümet anlayışlarını ve siyasi rejim modellerini şekillendirdiği malûmdur. Batı’da cumhuriyet (respublica) kavramı, eğemenliğin kayıtsız ve şartlaz halka ait olduğunu esas alan siyasi rejimi ifade eden bir kavramdır. Siyaset uzmanlarının ‘Tek başına haklı olmaktansa, hep beraber yanılmak daha iyidir’ şeklinde ifade ettikleri siyaset anlayışı, cumhuriyet kültürüne hayat veren bir anlayıştır. Cumhuriyetin ilânında kısa bir süre sonra; Osmanlı Devleti’nin omurgasını teşkil eden “Millet Sistemi” ortadan kaldırılmış, TBMM’ye ‘diktatörlük’ yetkisi verilmiştir. Bu siyasi değişimin, aydınlanma felsefesine dayanan modern-ulus devlet anlayışını beraberinde getirmiştir.
Bu siyasi Projenin hedefi, vatandaşlık kimliğini esas alan seküler-profan bir ‘Türk Ulusu’ inşaa etmektir. Modern-Türk ulusunun hurafelerin esaretinden kurtarılması (!) ve aralarındaki statünün (dinin belirleyici olduğu Osmanlı millet sisteminden farklı olarak) “siyasi ve sosyal vatandaşlık” anlayışına göre yeniden inşa edilmesi sözkonusudur. Cumhuriyet rejiminin devamı için, ‘dini değerlerden arınmış vatandaşlara ihtiyaç olduğu’ iddiası gündeme getirilmiş, din ile siyaset/devlet işlerinin birbirinden ayrılmasına karar verilmiştir.(3) Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 3.maddesinde yer alan ‘Devletin dini din-i islâmdır.’ hükmü ile 16.maddesinde yer alan ‘ahkâm-ı şer’iye hükümleri’ ifadesi kaldırılmıştır. (10 Nisan 1928) 5. Şubat,1937 tarihinde yapılan değişiklikler arasında en önemlisi ise 3. Maddese ‘Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve ınkılâpçıdır.’ ifadesinin eklenmesi, yani CHP’nin ‘altı okunun’ Anayasa’ya girmesi olmuştur. Bu son değişiklikle; hem Anayasa’ya devlet ideolojijsi yerleştirilmiş, hem lâik-seküler tercih ön plâna çıkarılmıştır. Şeyh Said kıyamı ve Menemen hadisesi bahane edilerek İslâmi hareketin lider kadrosu, Dersim İsyanı sebebiyle Alevi kanaat önderleri ve 3 Mayıs 1944 tarihinde ‘Türkçülüğü’ savunan aydınlar, adetâ tenkil edilmişlerdir. Aynı yıllarda komünizm ve sosyalizm gibi ideolojileri savunan kimselere nefes aldırılmadığı da malûmdur. Tek kelimeyle Cumhuriyet adına ‘Totaliter Devlet’ anlayışı (Diktatörlük) piyasaya sürülmüştür. Bu siyaset anlayışı, insanları tek tip/robot haline getirmek için kurgulanan seküler-lâik politikaların zaruri bir sonucudur. Eski Yargıtay başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk, vatandaşlarını “Tek Tip/robot” haline getirmeye gayret eden siyaset anlayışının nelere sebeb olabileceğini izah ederken, şu tesbitte bulunmuştur:
“Resmi ideolojiye dayanan totaliter devletler, insan şahsiyetini tebdil ve tahrip ettiği için meşrû değildir. Topluma deli gömleği giydirilen böyle bir devlette, insanlar maske takıp, sahte kimlik kartlarıyla dolaşmak zorundadırlar. Bireyler için tek kurtuluş yolu ikiyüzlülüktür. Orada hiç kimse artık kendisi değildir. Ortalıkta duyulan sesler slogan, yinelenen törenler kısır ritüellerdir. Pastörize insanlardan oluşan bir toplumda fotokopilerle yığınlaşma başlar. Örgütlenme yoktur. Çünkü farklılık yoktur.
Bunun adı da kültürel soykırımdır. Artık insanlar tek şey bilir, tek şey düşünürler. Bu da rejimin dayattığı gerçektir. Herkesin aynı şeyi düşündüğü bir yerde, aslında kimse düşünmüyor demektir. ”(4)
Devleti kuran iradenin tercihleri (Resmi ideoloji) ihtilâl sözleşmesi hükmünde olan yazılı anayasa metinlerinde, ‘değişmez, hatta değiştirilmesi dahi teklif edilemez’ maddeler şeklinde ifade edilmiştir. Halbuki demokratik bir rejimde; değişik ideolojileri savunan partilerin, (muhafazakâr, liberal, sosyal demokrat, sosyalist, komünist vs) kendi dünya görüşlerine uygun olan projelerini halka sunmaları ve halkın rızasını alarak iktidara gelmeleri mümkündür. Buna mukabil İslâmi değerleri esas alan kimseler; seçmen olan vatandaşların yarısından fazlasının rızasını alsalar dahi, İslâm fıkhına uygun olan tekliflerini ve siyasi tercihlerini hayata geçiremezler. Çünkü ideolojik keyfiyete haiz olan demokrasi anlayışı; seküler/lâik tercihleri, devlet siyasetinin ‘olmazsa olmaz’ rüknü haline getirmiştir. Meselenin bir diğer boyutu da şudur: İnsanların seçme ve seçilme haklarını kabul eden demokratik ülkelerde, siyasi faaliyetlerin sınırlarını belirleyen anayasa hükümleri ve seçim kanunları vardır. Türkiye'de yürürlükte olan mevzuâtın mahiyeti şudur: "Anayasa ve kanunlara uygun olarak demokratik bir devlet ve toplum düzeni içinde ülke çapında faaliyet göstermek üzere teşkilatlanan kuruluşlara siyasi parti denilir. (S.Partiler Kanunu, madde: 3) Anayasanın 68. maddesinde "Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları" olarak vasıflandırılmıştır. Aynı hüküm Siyasi Partiler Kanunu'nda yer almakta ve ilave olarak "Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olarak çalışırlar" denilmektedir. Son yıllarda AK Parti Sözcüleri’nin ısrarla kullandıkları ‘Eski Türkiye, Yeni Türkiye’ tasnifinin de değişik tartışmalara vesile olduğunu söylemek mümkündür.
Meselenin bir diğer boyutu da şudur: Temsili demokrasilerde seçmen olan vatandaşlar; kendi temsilcilerini, seçim sandıklarına attıkları oylarla tayin ederler. Çoğunluğun vekâletini alan ve iktidara gelen politikacılar; insanların beşikten-mezara kadar devam eden hayatlarını, çıkardıkları kanunlarla düzenleme imtiyazını elde ederler. Bu imtiyazın getirdiği iktidar ihtirası, yalana, aldatmaya ve iftiraya dayanan propaganda tekniklerini ön plâna çıkarmıştır.Bu tesbitleri zihnimizte tutarak, 7 Haziran 2015 tarihinde yapılacak olan genel seçimin keyfiyeti üzerinde kısaca duralım.
Genel Seçimin Şifreleri
Siyaset uzmanlarının tabiriyle Türkiye ‘seçim sath-ı mailine’ girmiş, siyasi partiler milletvekili adaylarını belirlemiş ve propaganda dönemi başlamıştır. Televizyon ekranlarında; kendilerine ‘siyasetin duayenleri’ vasfı verilen eski politikacılar, siyaset uzmanları ve kamuoyu yoklaması yapan şirketlerin sözcüleri, toplama-çıkarma yaparak seçim sonuçlarını tahmin etmeye çalışmaktadırlar. Medya aydınlarının gündeminde ‘HDP’nin ülke başajını aşıp aşamıyacağı, yeni bir genel başkanla seçime giren AK Parti’nin tek başına iktidara gelip-gelemiyeceği, koalisyon ihtimalinin olup-olmadığı’ gibi meseleler önemli bir yer tutmaktadır. Bazı medya aydınları; HDP'nin %10 barajını aşamaması durumunda, çözüm sürecinin akıbeti üzerinde durmaktadırlar. Müzakarelerin devam etmemesi halinde, HDP'nin Diyarbakır’da çyerel parlamentosunu kuracağı ve Birleşmiş Milletler Teşkilâtına ‘özerklik için referanduma gidilmesi’ için müracaat edeceği üzerinde durulmaktadır.
Bu müracaatla ile birlikte PKK'nın "Serhıldan" diye nitelendirdiği halk ayaklanmasını ön plâna çıkaracağı iddia edilmektedir. Bu iddiayı savunanlar; Sabri Ok'un yaptığı “Ya müzakere yoluyla, ya da kendi mücadelemizle halkımızı özgürleştireceğiz. Son gelişmeler. müzakere imkanının kalmadığını göstermektedir.” açıklaması, bu ihtimali güçlendirmektedir.
KCK'nın açıklamasında yer alan “AKP Hükümeti’nin somut olarak müzakere başlıklarında kalıcı barışa gidecek çalışmalar yapmak yerine, kamuoyunda gerçekliğe tekabül etmeyen beklentiler üzerinden algı yönetimi oluşturma çalışmalarıyla zaman harcadığı tespiti yapılmıştır” sözleri aslında Kandil'in, Abdullah Öcalan'ı yeni stratejiye zorladığının göstergesidir.
Nitekim bazı köşe yazarlarının Kandil ve Kürtlere yaptığı "Öcalan orada esirdir, Öcalan'a güven olmaz, siz kendi kararlarınızı kendiniz verin" sözleri bugün KCK tarafından da alttan alta dillendirilmektedir.
Türkiye’de genel seçim dönemlerinde yaşanan propaganda faaliyetlerinin siyasi mücadele sınırını aştığını ve adeta savaşa dönüştüğünü söylemek mümkündür. Bu noktada bir inceliğe daha işaret etmekte fayda vardır. Fitne ve fesadın yayılmasına vesile olan devlet adamları ile hevâlarını ilâh edinen politikacılar arasında önemli bir fark yoktur. Zalim politika, hevâyı ilâh edinme hastalığına dayanan bir siyaset ekniğidir.
Bazı İslâm alimleri, “Hakkı ve adaleti inkâr etmeye, nefs-i emmarenin şehvetlerine tabi olmaya hevâ denilir” tarifini esas almışlardır. Hayvani ihtirasları ifade için de ‘hevâ’ kavramının kullanıldığı malûmdur. Hevâlarını ilâh edinen politikacılar bütün dünyada; ‘Çağdaş Uygarlık’ ve ‘Demokrasi’ gibi kavramları istismar ederek, kötülüklerin yayılmasına vesile olmaktadırlar.
Türkiye’deki manazara da farklı değildir. (Misak Dergisi-294)
(1) Murteza Korlaelçi- Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi- İst:1986 Sh:126
(2) Abdurrahman Dilipak-Bir Başka Açıdan Kemalizm- İst: 1988 Sh: 34
(3) Levent Köker –Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi-İst: 1995 Sh:162, Ayrıca Prof. Bülent Tanör-Laikleştirme: Kemalistler ve Din-İst: 1999 (75 Yılda Düşünceler –Tartışmalar Serisi (T. İş Bankası Kültür Yay) Sh:185.
(4) Yargıtay Başkanlığı/ Adli Yıl Açılış Konuşması (1999-2000) Sh: 19.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.