Tevekkül
Cemiyet halinde yaşayan insanların itikadı, siyası, hukuki, iktisadi ve ahlâki hükümlere ihtiyaçları vardır. Kur’an-ı Kerim’de “gönderilen peygamberler ve onların kavimleri hakkında
Allah’ın (cc) değişmeyen sünnetlerinin olduğu, bu sünnetlerin önceden takdir edildiği ve kavimlerin yaşadıkları hadiselerin birbirine benzediği” haber verilmiştir. Bütün toplumlar için geçerli olan bu kanunlara sünnetullah denilir. Hz. Adem’den (as) itibaren değişmeyen sünnetullah şudur: Allah (cc) her kavme; önce kendi içlerinden, kendi dilleriyle konuşan bir rasûl veya nebi göndermiş, daha sonra kendilerine hakkı veya batılı tercih etme mesuliyetini yüklemiştir. Peygamber gönderilmesinin hikmeti; insanların sırat-ı müstakiym üzerinde yürümelerine, akıllarını kullanmalarına, şeytanın güzel gösterdiği şeylerden sakınmalarına ve nevalarına tabi olmaktan kaçınmalarına yardımcı olmaktır.
Peygamberimiz Efendimiz (sav) nübüvvetin önemini veciz bir teşbihle ifade etmiştir: “Benimle insanların misali, bir ateş yakan kimse gibidir. Ateş etrafını aydınlattığı zaman, orada bulunan küçük kelebekler ateşe doğru uçmaya (içine düşmeye) başlarlar.
O kimse, bu kelebekleri ateşe düşmekten korumaya gayret eder. Bazı insanlar ateşe doğru koşarken, ben onları bellerinden yakalayıp, ateşten kurtarmaya çalışıyorum.”(1) İlâhi teklifleri tebliğe memur edilen peygamberler, babaları bir kardeşler gibidirler. Dinleri birdir. Bu hakikat muhkem nassla haber verilmiştir: “Andolsun ki biz her kavme ‘Allah’a ibadet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının’diye (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir.” (En Nahl Sûresi:36)
Aralarında herhangi bir ayırım yapmadan bütün peygamberlere iman etmek farzdır. Bazı peygamberlerin sadece kavimlerine, bazılarının da bütün insanlığa gönderilmiş olmaları, tebliğ
ettikleri hakikatlerin keyfiyetini değiştirmez. Çünkü peygamberlerin tamamı insanlara, “Allah’a (cc) teslim olmalarını ve tağuta kulluktan kaçınmalarını” tebliğ etmişlerdir.
Hz. Abdullah İbn-i Ömer (ra)’den rivayet edilen Hadîs-i Şerifte; Cebrail’in (as) “İmân nedir?” sualine, Peygamber Efendimiz (sav) şu cevabı vermiştir: “İmân; Allah’a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Âhiret gününe, Kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır”(2) Ehl-i sünnet ulemasına göre, bir şeyin iman esası olabilmesi için Kur’an-ı Kerîm’de veya mütevâtir sünnette hükmünün bulunması zaruridir. Çünkü Allah’a (cc) ve Rasûlü’ne itaat, muhkem nassla farz küınrruştır:”Allah ve Rasûlü bir işe hükmettiği zaman; gerek mü’min olan erkek, gerek mü’min olan kadın için (o hükme aykırı olarak) işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah’a ve
Rasûlü’ne isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır..” (El Ahzab Sûresi: 36) Kur’an-ı Kerim’e inandığını ikrar eden bir mükellef, O’nun herhangi bir ayetini reddettiği zaman mü’min vasfını koruyamaz. Rasûl-i Ekrem (sav)’den mütevâtir olarak nakledilen haberlere de iman etmek farzdır. Zira mütevâtir haberler âyân (görülen, bilinen) menzilesindedir ve bizzat Rasûl-i
Ekrem(sav)’den işitilmiş gibi kabul edilir. Feteva-i Hindiyye’de:” Mütevâtir olan hadisleri inkar eden kimse kâfir olur. Bazı alimlere göre meşhur olan hadisleri inkar eden kimse de kâfir olur.
Ebân b. İsa ‘Meşhur hadisi inkar eden kimse kâfir olmaz. Dalâlete düşmesinden korkulur’, demiştir.
Sahih olan kavil budur. Haber-i Vahid’i, mazeretsiz olarak inkar eden kimse günahkar olur” (3) hükmü kayıtlıdır. Sahih imanın zaruri neticesi olan tevekkülü izah edebilmek için önce kelime ve terim manalarını, sonra muhkem nasslarda yer alan ahkamı dikkate almamız gerekir. Arapça “V-K-L” kökünden (Tefe’ûl vezninde) gelen tevekkül;” birisini vekil kılmak, kendi işini başkasına havale etmek, itimat etmek ve güvenmek” gibi keyfiyetleri ifade eden vücûh bir kelimedir.(4) Dolayısıyla tevekkülü “Allah’ın (cc) kulları üzerinde ilim, kudret, inayet, rahmet ve şâir bakımlarından tam bir hakimiyeti olduğuna inanmak, O’nun (cc) dışında kalan bütün ilahların, tağutların ve müstekbirlerin güçlerini reddetmeye tevekkül denilir” şeklinde tarif etmek mümkündür. Tevekkül ehli olan mükellefe “Mütevekkil” vasfının verildiği malûmdur. Bazı müfessirler “Hiç ölmeyen diriye tevekkül et.”(El Furkan Suresi: 58) âyetini tefsir ederken, “Allah’a (cc) tevekkülün emredildiğini ve tevekkül ile iman arasında zaruri bir münasebetin bulunduğunu” izah etmişlerdir. İmam-ı Gazali (rh.a) “İhyaû Ulumi’d- Din” isimli eserinde, tevekkülü imanın bölümleri arasında zikretmiştir.
Bütün peygamberlerin mütevekkil vasfma haiz oldukları ve kavimlerine tevekkül ehli olmalarını tebliğ ettikleri muhkem nasslarla sabittir. Hz. Nuh (as)’ın tebliğ ettiği hakikatleri reddeden kavmine: “Ey kavmim, benim aranızda bulunuşum ve Allah’ın ayetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa (ne diyeyim) ben ancak Allah’a dayanıp güvenmişimdir. Yalnız Allah’a tevekkül etmişimdir.” (Yunus Sûresi: 71.) Hz. Hud (as)’m kavmine “Şüphesiz ki, kendimin de, sizin de Rabbiniz olan Allah (cc)’a güvenip, dayanın.”(Hûd Sûresi: 56.) şeklinde hitap etmesi, Hz. Şuayib (as)’in oğullarına hitaben, “O beldeye (Mısır’a) hepiniz aynı kapıdan girmeyin. Ayrı ayrı kapılardan girin. (Mamafih bu isteğimle) Allah’ın (kazasından) hiçbirşeyi sizin üzerinizden gideremem. Hüküm Allah’tan başkasının değil. Ben ancak O’na güvenip, dayandım, tevekkül edenler de O’na güvenip dayanmalıdır” (Yusuf Sûresi: 67) diyerek öğüt vermesi, tevekkülün mahiyetini kavramamızı kolaylaştırmaktadır.
Tevekkül, müslümanların kaza ve kadere olan imanlarının zaruri bir sonucudur. Allahü
Teâla’ya (cc) ihlâsla teslim olan ve yalnızca O’na tevekkül edenlerin, şikayetten ve sızlanmaktan kurtulmaları mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de: “Kim Allah’tan korkarsa; Allah ona bir çıkış yolu hazırlar ve onu ummadığı bir yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona kâfidir” (Talak Sûresi: 2-3.) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayetin nüzul sebebi olan hadisenin mahiyeti şudur: Müşrikler, Hz. Avf b. Malik (ra)’ın oğlunu esir almış ve götürmüşlerdir. Huzuru saadete gelir, babalık şevkatiyle sızlanır ve şikâyette bulunur. Daha sonra ne yapması gerektiğini sorar. Rasûl-i Ekrem (sav) Hz. Avf b. Malik’e (ra) hitaben:” Allah’tan kork ve sabret!.. Bir de sana ve hanımına, bunaldığınız zaman ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah’ demenizi tavsiye ediyorum.” Hz. Avf b. Malik (ra) evine döner ve durumu hanımına anlatır. Her ikisi de Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah’ zikrini sürekli edâ etmeye başlarlar. Aradan çok zaman geçmeden; müşriklerin gafletinden istifade eden oğlu, hem esaretten kurtulur, hem müşriklere ait 4000 koyunu sürerek Medine’ye getirir. Bu hadise üzerine “Kim Allah’tan korkarsa; Allah ona bir çıkış yolu hazırlar ve onu ummadığı bir yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona kâfidir” ayeti nazil olmuştur.(5)
İman ile tevekkülü birbirinden ayırmak mümkün değildir. Hz. Abdullah İbn-i Abbas (ra) Peygamber efendimiz (sav)’in kendisine, şu tavsiyede bulunduğunu beyan etmiştir: “Ey Genç!..
Sana şunları tavsiye ederim. Allah (cc)’ın hukukunu gözet ki; Allah da, seni gözetsin. Eğer Allah’ın hukukunu muhafaza edersen, sen O’nu daima yanında bulursun. İstediğin zaman Allahü Teâla (cc)’dan iste!.. İyi bil ki, bir kavim sana yardım etmek için toplansa; yalnız Allah’ın takdir ettiği kadar birşey yapabilir. Yine bir kavim sana zarar vermek için toplansa, yalnız Allah’ın dilediği kadar bir zarar verebilir.” Tevekkül ehli olan her mükellef, Allah’ın (cc) takdirine kayıtsız ve şartsız teslim olmuştur. Ancak bu teslimiyet; mükellefin elinden gelen gayreti sarfetmesine, zaruri tedbirleri almasına ve sebeblere riayet etmesine engel değildir. Peygamberimiz efendimizin (sav)
“Devesini salıveren ve tevekkül ettiğini” söyleyen bir bedeviye, şu tavsiyede bulunduğu sabittir:
“Hayır!..Önce deveni bağla, sonra Allah’a (cc) tevekkül et!..”(6) Şam seferine çıkan Halife Hz.
Ömer, (ra) orada veba hastalığının salgın haline geldiğini öğrenince askerlerine” Derhal geri dönün!..Vebanın yaygın olduğu beldeye girmeyin” emrini vermiştir. Hz. Ebû Ubeyde b. El
Cerrah’ın (ra);” Ey mü’minlerin emiri!.. Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” sualini sorması üzerine, şöyle demiştir: “Evet Allah’ın kaderinden, yine Allah’ın kaderine kaçıyorum.’’(7) Tevekkül, vazifeleri Allah’a havale etmek değil, hakimiyeti O’na tahsis etmektir. Bazı insanlar bu hakikati kavrayamadıkları için, insanın yeryüzündeki hilafet vazifesini Allah’a (cc) havale etmesini tevekkül zannetmişlerdir. Hâlbuki bu anlayış; Allah’a (cc) tevekkülü ve itimadı değil, mukaddes emanete ihaneti beraberinde getiren bir anlayıştır. Muhakkak ki sünnetullah’ın ve tahkiki imanın zaruri neticesi, Allah’a (cc) tevekküldür. İnsanlara iyilikleri emretmek ve onları kötülüklerden alıkoymak için yapılan her salih amel, tevekkülün zaruri bir sonucudur.
(Misak Dergisi-179)
n (1) İmam-ı Münâvi- Feyzu’l-Kadir Beyrut, 1972, C: 5, Sh: 518.
n (2) Ibn Hacer Askalânî- Fethû’l Bari -Bulak: 1300-1301 C: 1 Sh: 105 vd.
n (3) Şeyh Nizamüddin ve Heyet- Feteva-ı Hindiyye-Beyrut: 1400 C: 2 Sh: 265.
n (4) Ebû Fahir Mecduddin El Fîrûzâbâdî- Kâmûsû’l Muhît -Beyrut 1987 C. 4, Sh: 66.
n (5) El Vahidi-Esbabun Nüzûl-Beyrut: ty. Sh: 289-290.
n (6) Sünen-i Tirmizi- İst: 1401 K. Kıyamet: 60
n (7) İmam-ı Taberî- Tarihu’l Umem ve’l Mulûk -Kahire: 1357 C: 2 Sh: 158
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.