Hüsnü Aktaş

Hüsnü Aktaş

Profan Toplum Projesi Ve Kimlik Problemi

Profan Toplum Projesi Ve Kimlik Problemi

Hafıza sahibi olan insanoğlu; zaman içerisinde meydana gelen hadiselerin sebeblerini tesbit ve neticelerini tahlil edebilme kabiliyetine haiz olan mükerrem bir varlıktır. Mazi, hal ve istikbal unsurlarını dikkate almadan, ne bugünü değerlendirmek, ne de yarını planlamak kolay değildir. İçinde bulunduğumuz hali tahlil edebilmek için, Türkiye’nin kuruluş yıllarında yaptığı siyasi tercihleri dikkate almamız gerekir.  Kuruluş yıllarında ‘devrimci-otoriter’ keyfiyete haiz olan devlet siyaseti,  27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra ‘bürokratik-totaliter’ bir karaktere haiz kılınmıştır. 1961 yılında referanduma sunulan anayasanın: Milli Birlik Komitesi’nin sözcüleri tarafından ‘İkinci Cumhuriyetin Anayasası’ olarak nitelendirildiği ve 27 Mayıs’ın ‘Ulusal Bayram’ ilan edildiği malumdur. Meselenin bir diğer boyutu da şudur: 27 Mayıs 1960 tarihinde askeri darbeyi gerçekleştirilen Milli Birlik Komitesi üyeleri: sadece Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarını idam etmekle kalmamış, demokrasi adına askeri vesayet rejimini ön plana çıkarmışlardır. O tarihten itibaren CHP’nin altı okla ifade edilen ideolojisinin ‘cumhuriyetin nitelikleri’ veya ‘kurucu felsefe’ adı altında insanlara dayatıldığı malumdur.

Lozan Antlaşması’nda ‘millet sistemini’ dikkate alan ve Müslümanları ‘kurucu-asli unsur’, gayr-i müslimleri de ‘azınlık’ kabul eden devlet adamları, zaman içerisinde ulusal üst kimlik teorisi gibi, keyfiyeti meçhûl bir kavramı ön plâna çıkarmışlardır. Yürürlükteki Anayasa’da yer alan ‘Atatürk Milliyetçiliği’ ve ‘Türklük’ tanımı, realiteye uygun değildir. Bu arada Laikliği ‘devlet dini’ haline getiren sivil ve asker bürokratların Müslümanların haklarını tahrip ettiklerini gizlemenin de bir anlamı yoktur. Halk adına ve halka rağmen dayatılan ve Türkiye’ye mahsus olduğu iddia edilen siyasi rejim, kavmiyetçilik-ırkçılık fesadının yayılmasına da vesile olmuştur.  Binlerce insanın ölümüne sebeb olan ve halen devam eden ‘etnik terör’ felâketi ile profan toplum projesi arasındaki münasebeti görmemezlikten gelmenin bir anlamı yoktur.   

PROFAN TOPLUM PROJESİ

Adaleti hafife alan, haramzâde zenginler zümresinin peşine düşen, yığdıkları servetlerle övünen ve azgınlığı meslek haline getiren kavimlerin felâkete sürüklenmeleri, sünnetûllah’ın zaruri bir sonucudur. Allah (cc) kendi nefislerine ve birbirlerine zulmeden insanlara belirli mühletler vermiş ve doğru yola dönmeleri için onlara zaman tanımıştır. Bu hakikat muhkem nassla sabittir: “Eğer Allah, insanları işledikleri günahlar yüzünden hemen hesaba çekecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat O, bunları belli bir müddete kadar erteler. (hallerini ıslah etmezlerse) Nihayet vakitleri gelir. Şüphesiz Allah, kullarını hakkı ile görücüdür.” (El Fatır Sûresi: 45) Yeryüzünde fesadın yayılmasını arzu eden bu zümrelerin amelleri sebebiyle; hem kendilerinin, hem de zulme mani olmayan diğer insanların azaba uğramaları mümkündür. 

Siyasi faaliyetleri ‘yönetim tekniği’ olarak değil, insanları sindirme sanatı olarak gören elit/egemen zümreler;  dini hafife alan (profan) insan tipini ortaya çıkarmak için bütün imkânlarını seferber etmişlerdir. Devlet adamlarına ve politikacılara; ‘insanlar arasındaki ilişkileri düzenlerken, sadece aklı esas almalarını ve dinin hükümlerini ferdin vicdanına bırakmalarını’ tavsiye eden laiklik felsefesi, çağdaş uygarlığın vazgeçilmez unsuru haline getirilmiştir. Tanzimat ve Meşrutiyet münevverlerinin ‘muasır medeniyet’, günümüz aydınlarının ‘çağdaş uygarlık’ şeklinde ifade ettikleri siyasi kültürün; Pozitivizm, Nihilizm,  Makyavelizm, Hümanizm ve Pragmatizm gibi ideolojileri takdis ettiğini söylemek mümkündür. Türkiye’de aydınlanma felsefesinin getirdiği kültür değerlerini savunan ve şahsiyet krizine tutulan politikacıların; batılı filozofların ideolojik hurafelerine iman ettiklerini gizlemenin de bir anlamı yoktur. Lâiklik felsefesinin ateist ve tepeden inmeci yorumunu esas alan, burjuva filozoflarının kiliseye yaptığı itirazları ezberleyen ve aynı itirazları İslâm dinine yapan bu insanların, farklı inançlara ve düşüncelere saygı göstermeleri kolay değildir. 

KİMLİK PROBLEMİ 

Devlet siyaseti haline getirilen aydınlanma felsefesinin; müslüman olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarında, kimlik krizine sebep olduğu malûmdur. Bunun tabii sonucu şudur: İnsana mahsus olan ünsiyet kabiliyeti zaafa uğramış, anomi hastalığı yayılmış ve vahşileşme eğilimi ortaya çıkmıştır. Vatandaşlarının herhangi bir dine samimi olarak inanmasına tahammül edemeyen sivil ve asker bürokratlar, medeni vahşetin ortaya çıkmasına vesile olmuşlardır. Kendi vatandaşını hakir gören ve ödünç kimliklerle övünen devlet adamları, kimlik krizinin tabii   sonuçlarını  tahlil edemez hale gelmişlerdir. Vatandaşlara da sirayet eden bu kimlik krizinin, şu beş önemli hastalığa vesile olduğunu söylemek mümkündür.

Birincisi: Ahlaki değerlerin zaafa uğramasıdır. Hevâlarını ilâh edinen toplum mühendisleri; laiklik adına, İslâm dininin ahlâki prensiplerini hakir görme hastalığına tutulmuşlardır. Buna mukabil, akla dayanan laik bir ahlâk sisteminin kurallarını ve prensiplerini ortaya koymadıkları da malûmdur. Vatandaşların birbirleri ile münasebetlerinde “neyin meşrû, neyin gayr-i meşrû olduğunu” tesbit edememeleri, değişik ­­suçların artmasına sebeb olmaktadır. Beyaz kadın ticaretinden, hayali ihracat vurgununa, ihaleye fesat karıştırmaktan, resmi soygunlara kadar her türlü rezalet, hukuk nizamını ve sosyal sistemi felce uğratmıştır.

İkincisi: Gayr-i meşrû nesep ve sebep taassubunun yayılmasıdır. Resmi ideoloji adına düşünce ve fikir hürriyetinin önüne konulan engeller, farklı siyasi tekliflerin tartışılmasını imkânsız hale getirmiştir. Gayr-i meşru nesep ve sebep asabiyeti, vatandaşları birbirinin kurdu haline getirmiştir. Halbuki her insanın; kendi iradesi ile seçmediği, bir ailesi (asabesi, aşireti, kabilesi) vardır. Bu sünnetullaha (lâiklerin ifadesiyle doğa kanununa) hiç kimsenin bir itirazı olamaz. İnsanların fikir ve kanaatleri ile birlikte dünyaya gelmedikleri de malûmdur. Ayrıca dünyaya gelirken renklerini, dillerini ve kavimlerini seçme hakkına da haiz değildirler. Bu hakikatleri kabul etmeyen bir insanın, siyaset ilmini öğrenebilmesi mümkün değildir. Zira siyaset ilminin hedefi; nesep ve sebep asabiyetini, insanların saadetine vesile olacak şekilde tanzim etmektir.  İktidar mücadelesi veren her siyasi hareket, meşrû veya gayr-i meşrû bir asabiyete dayanır. Eğer devlet adamları asabiyet proplemini, ‘iyilik ve takvada yardımlaşma’ esasına göre tanzim edemezlerse,  fitne ve fesadın yayılmasını önleyemezler.

Üçüncüsü: Meşrûiyet krizinin ortaya çıkmasıdır. Siyaset ilmi literatüründe, bir faaliyetin hukuka uygun olması haline ‘meşrûiyet’ denilir. Bir ülkede değişik kanunların uygulanması, hukuk devletinin varlığının delili değildir. Kanunlar; insanların fıtri haklarına, tabii hürriyetlerine, toplumun nizam ve gelişme ihtiyacına uygun oldukları zaman “Hukuk” gündeme girer. Hukuk devletinde; bağımsız, adil, tarafsız ve güvenilir bir yargı sisteminin kurulması, adil devletin ‘olmazsa olmaz’ şartıdır. Kanunları çıkaran ve uygulayan insanların da aynı kanunlara tabi olmaları zaruridir. Vatandaşların her fırsatta; ‘hukukun ortadan kalktığını ve kuvvetlinin daima haklı kabul edildiğini’ ifade etmeleri, devletin varlık sebebini tehdit eden ve meşrûiyet krizinin yaşanmasına sebep olan önemli bir hadisedir.

Dördüncüsü: Ünsiyet kabiliyetinin zaafa uğraması ve insanın kendi kültür değerlerine yabancılaşmasıdır. Çağdaş uygarlık sloganını keyiflerine göre kullanan devlet adamları: Batı’nın kültür değerlerine iman ettikleri için, farklı bir medeniyetin kurulabileceğini hayal bile edemez hale gelmişlerdir. Hâlbuki tarihin her döneminde; yeryüzünde bir değil, birden fazla uygarlık aynı anda ve bir arada yaşamıştır. Dolayısıyla çağdaş uygarlık değil, birbirleri ile çağdaş olan uygarlıklar vardır. Batılı filozoflar; kendi siyasi ve iktisadi düşüncelerinin evrensel olduğunu iddia ederek, insanlığı hipnotize etmeyi denemişlerdir. Bunda belirli ölçüde muvaffak olduklarını da söylemek mümkündür. Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi olan sivil ve asker bürokratların; hipnotize edildikleri için, batılı filozofların tezlerini ‘sivil din’ gibiö benimsemişlerdir. Ayrıca zaman içerisinde; çağdaş uygarlık sloganını, İslâm medeniyetini reddetmek için kullanmaya başlamışlardır. Bu siyaset anlayışı, insanların ünsiyet kabiliyetlerini zaafa uğratmıştır. Mazilerine küfreden, hallerinin perişan olduğunu düşünen ve istikballerini karanlık gören insanların şüphelerden, korkulardan ve endişelerden kurtulmaları kolay mıdır?

Beşincisi: Kendilerini güçsüz hisseden ve teşkilatlanmaktan korkan insanların sayısı artmıştır. Hakikatleri gizleyen liderler tarafından yönetilen toplumlarda, kendilerini güçsüz hisseden, iyilik ve takva hususunda birbirleriyle yardımlaşmaktan ve teşkilatlanmaktan korkan insanların sayısı hızla artabilir. Yürürlükteki mevzuata göre kurulan sivil toplum örgütlerinin veya gönüllü kuruluşların yöneticileri, değişik bahanelerle ‘suçlu’ ilân edilebilirler. Dolayısıyla insanların herhangi bir teşkilatın üyesi olmaktan bile korktuklarını gizlemek mümkün değildir.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz. Günümüzde cumhuriyet, lâiklik ve demokrasi gibi siyasi kavramların ön plâna çıkarıldığını, vatandaş kimliğinin esas alındığını ve Müslüman kimliğinin insanların vicdanlarına mahkûm edildiğini söylemek mümkündür. Profan vatandaş kimliğiyle ilgili olan bir meseleleri şer’i bir delile dayanmadan hükme bağlayan kimselerin, ifrad ve tefrit hastalığına tutulduklarını gizlemek mümkün değildir.  Hesap gününe hazırlanan her mükellefin, Müslüman kimliğini asla unutmaması, gayr-i meşû sebeb ve neseb taassubunun getirdiği her türlü münkere karşı mücadele vermesi gerekir. Adaletin mülkün (devletin/iktidarın) temeli olduğuna inanan, insanlara iyilikleri emreden ve onları kötülüklerden alıkoymak için gayret sarf eden müslamanların, profan vatandaş kimliğinin getirdiği hastalıklarla mücadele etmeleri  zaruridir. (Misak Dergisi)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüsnü Aktaş Arşivi