Akif’e Devam: 2 Samimiyeti Hüneri
Ailesiyle, yaşadığı muhitle, İstanbul ve Osmanlı ülkesiyle, milleti ve medeniyetiyle tamamen bütünleşmiş bir gayeye adanmış heder edilmiş bir ömür ve tasannudan uzak, hüneri ancak samimiyeti olan ve doğrudan gerçek hayattan alınmış meselelere bakış tarzı.
“Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu bilirim, çünkü, ne san’atkârım.”
Çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği çevre ile birlikte baba Temiz Tahir Hoca, annesi Emine Şerife Hanım, Rüştiye’deki Türkçe hocası Kadri Efendi’nin kişiliğinin teşekkülünde mühim rolleri vardır.
Safahat’ının ilk şiiri Fatih Câmii, yaşadığı iklimle babasını buluşturan bir şiirdir.
Henüz âfâk açılmadan kemâl-i vecd ile sürüklendiği camiye vardığında “lem’a lem’a dizilmiş ziyâ kavâfilini görünce” çocukluk zamanları yâdına düşer:
“Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence.
“Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi.
Namaza durdu mu, hâliyle koyverir peşimi,
Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde,
Ne âşıkaane koşardım hasırlar üstünde!
Hayâl otuz sene evvelki hâli pîşimden
Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben:
Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak;
Vücûdu zinde, fakat saç, sakal ziyâdece ak;
Mehîb yüzlü bir âdem: kılar edeble namaz;
....”
Hasırlar üstünde oynayan Âkif babasından ve Buharalı Mehmed Efendi’din kızı annesi Emine Şerife hanımdan aldıkları camide yaşanan sabah vaktidir. İlk şiir hem doğduğu, yaşadığı çevrenin camii; hem bütün bir medeniyetinin göstergesi, fethin adına inşa edilmiş ve asırların huzurunu taşıyan camiidir. Camie varışta ilk akla gelen babadır, çocukluğudur; sonra o baba eve yorgun gelir ve dalar âsûde bir uykuya ve hâtırât-ı lâtif çekilerek hakîkatin cilvesi ortalığı sarar. Tarih, yakın çevre bir hülyâdır artık ve gerçekler apaçık karşıdadır. İşte Âkif’in şiiri budur. Bu ilk şiirin hatırlattığı aile çevresine sonra Türkçe hocası Kadri Efendi girer. Âkif hocası hakkında şöyle demektedir: “O çapta bir adam, tek nasihati ile insanın hayat istikâmetini değiştirebilir.”
Ardından hasta gelir, ilk şiiri… Gerçek can yakıcıdır. Halkalı Ziraat Mektebi okuduğu ve hocalık yaptığı okuldur. Hasta buradaki öğrencidir. Ölümcül bir hastalıktır yaşadığı ama derûnunda asalet hâlâ vardır, direnmektedir. Sonra meyhaneler, sokaklar, güreş alanları, bağlar, ovalar, meralar, ölen kardeş Selma, Seyfi Baba, Köse İmam, Kör Neyzen, memleketin gerçek insanları; sonra istibdad, hürriyet, sıkıntılar, savaşlar, gayeler, ülküler, çileler, Berlin’den Necid çöllerine ülkeler ve Hazreti Ömer zamanına uzanan ve sanki hemen kapı komşusu olan kocakarı, aç çocuklar... Ve oradan Amerika’ya uzanan ûd nameleri, Mr. A. B. Roosevelt’e yazılan şiir. Kafka Amerika’ya gitmeden orasını romanlaştırmış, Âkif de gelecek asrın bu dev ülkesini şirine taşımıştır.
“...zevâli beş geçe, Boston’dan ayrılınca tren,
Vagonda volta vuranlar dağıldılar birden.
Demek: sekiz kişilik hücre, şimdi, sâde benim...
O halde yan gelirim, dinlenir başım, beynim.
Dışarda vecd ile dönsün semâ, ufuk, toprak,
Gömüldüğüm köşe sâbit değil mi, sen şuna bak!
Aman ne zümrüt ağaçlar!... ne dalga dalga ekin!...
Çiçek mi, ev mi? Ne köyler: şehir kadar zengin!...
Yolun güzelliği lâkin!... aman ne manzaralar!...
Ne çok fabrika!...
Derken, içim yavaşça dalar;”
Zamanı ve mekânı bütün hissiyatıyla en dar çevresinden en geniş dünyaya kadar uzatan şair, kâh asırlar öncesindeki bir zaman dilimini bugün ve kendi iklimimizde yaşatırken, kâh yaşanan daracık sokağı çöllere, ABD’ye bağlayabilmektedir.
Bir hayatın bu kadar eserle içli dışlı olduğu başka bir yerde zor görülür. Âkif hayatını eseriyle eserini hayatıyla o denli karıştırmıştır ki, ikisini birbirinden ayırt edebilmek neredeyse imkânsızdır.
Şair kendi hayatını ölümüne yakınki İstanbul Beyoğlu’nda Mısır apartmanında hasta yatarken şöyle anlatmaktadır:
“Rüştiye tahsili devremde babamdan öğrendiğim Arapça ve hususî ders aldığım Esat Dede’nin himmetiyle Farsçam kuvvetlendi. Mesnevî, Hâfız divanı, Gülistan gibi muhalledatı (şaheserleri) okuyordum. Mektepte dört lisanda Türkçe, Arapça, Farsça, Fransızca birinci idim. Şiiri çok seviyordum. İlk okuduğum şiir kitabı Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun’u idi.
İlk idâdi tahsilimi veren ev ve mahalle iptidai ve rüşdî tahsilde aldığım telkinler olmuştur. Bilhassa evin bu hususta tesiri büyüktür. Annem çok âbid zahid bir hanımdı. Babam da öyle.. Her ikisinin de dinî selâbetleri vardı. İbadetin verdiği zevkleri heyecanla tadmışlardı.
Rüştiye’de vezinsiz, kafiyesiz özenme kabilinden manzum parçalar karaladım. Rüştiye’yi bitirince pederim mektep ve meslek tercihini bana bıraktı. Ben o zaman revaçta bir mektep olan Mülkiye’yi tercih ettim. Üç senelik idâdi kısmını muvaffakiyetle tamamlayarak âli kısmına geçtim.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.