Denizin Gözleri ve Ömer Seyfettin
Nasıl anlatmalı yar koynunu, sahil saçlarını diye başlasa öykü, elbette mümkündür. Gökyüzünde devinip duran şeyler, insan bilgisinden öte âlemlerin varlığından haberdar eden gece, gündüz ve içindekiler dilin kıvraklığına pek de izin vermiyor. Öykü yalnızca giriş cümlesiyle kalıyor sanmayın. Uymuyor kaşların hilalle kıyaslanmasında, gamzenin bir yağmur damlasıyla cömert bir Nil’e dönüşmesinde bulutlar üstü bir coğrafya ülküsünün düşler tapınağından haberler taşımasında eşlik etse de şiir yetmiyor ceylan bakışına.
Yar evde ve ocakta, tarlada ve takımda çalışa dursun vatan müdafaası için cephede ölüm kalım derdinde olan Hasan matarasındaki son yudumu içtiğinde, sonrası ne olacak diye düşünecek durumda değildi. Çünkü karşı tepelerden gelen mermilerin sekişinden sonra atış yapmanın doğru olduğuna inanıyordu hem kendisi hem de arkadaşları.
Günlerdir süren çatışmalarda en yakın arkadaşlarını vatan için şehit veriyorlardı. Son nefeslerine dayanıncaya değin mücadele sürüyor, ölümü hissettiklerinde kelime-i şahadetle ruhlarını teslim ediyorlardı. Dayanılacak değildi elbette cephelerde yokluk içinde varlık mücadelesi vermek.
Buna rağmen imanla, aşkla vatanı müdafaa etmek şimdi bizim görevimiz. Bizden öncekiler nasıl ki şehadetle bu yurdu bize bırakmışlarsa şimdi sıra bizde diyorlardı. Bir an çatışma durmuştu ki Hasan yanı başındaki can dostu, cephe arkadaşı Mehmet’e ben hemen bir teyemmümle abdestimi alıp öğlenin farzını kılıvereyim sonra sen kılarsın diyerek göz göze gelmişlerdi. O yıllar kıtlık, yoksulluk ve susuzluk yıllarıydı. Zaman çok hızlı ve diri duruyordu burada. Dipdiri, capcanlı hissediyorlardı kendilerini. Cephede olmalarına rağmen vatanın her karış toprağı uğrunda şehit düşen dostlarına rağmen tam bir teslimiyet içerisinde abdest alıp huşu içinde kıyama duruyorlar namazlarını asla geçirmiyorlardı. İmrenilecek bir durumdu bu normal hayat için. Normal hayat şartlarındaysa camilerde saf saf dururlar kıyamın ne olduğunu bilirlerdi. Karşılarından gelen her bir insana tebessümle selam verirler hal hatır sorarlardı. Birbirlerine baktıklarında ihtiyaçlarını gözlerinden okurlardı.
Çatışmalar yeniden başladığında sağanak sağanak üstlerine yağmur gibi mermiler yağıyordu. Korku nedir asla bilmiyorlardı. Vatan demek can demekti, kan demekti, şehadet demekti. Hayatın bir yanı cennetse diğer yanı zindandı sanki.
Şöyle söyleyebiliriz belki de; sen hırçın rüzgârları bilir misin? Fırtınaları bilirsin lakin hiç ona benzemez. Yaz yağmurları ahmakıslatan diye ünlenince her bireyin aklında kalan ıslanmalar düşleri süsler. Çiseleyen bu yağmur incecikten, kanaviçenin işlenmesine benzer. Çoğunlukla sonbahar, ilkbahar ve yaz yağmurları sonrasında gördüğümüz eleğimsağmada yedi rengin atardamarı ortaya çıksa da sayısız renklerin varlığından da haberdar ederki şiir, bu renkler arasındaki geçişlerde bulunur.
Az önce Hasan’la Mehmet’in cephedeki duygularına tanık olduk. Namaza olan hassasiyetleriyle vatan için şehadetin aşkıyla asil duruşlarına tanıklık ettik. Bu durum bana Rahmetli Ömer Seyfettin’i çağrıştırdı. Ömer Seyfettin’in eserlerini çocukluk yıllarımızda dahası ilk gençlik yaşımızda okuduk. Şimdi ise çocuklarımız ve gençliğimiz için şuur verici hikâyeler, düşündürücü hayat dersleriyle dolu olan bu kitaplar ve benzerleri mutlaka okunmalıdır. Şimdilerde çocuklarımız milli değerleri, erdemli vasıfları nerden öğrenecekler? Elbette ki annelerden, babalardan, öğretmenlerden ve çevreden öğrenecekler. Değerler sistemi diye de ifade edebileceğimiz bu asil milletin geçmiş birikimleri evrensel birikimlerdir. Yirminci yüzyıl Türk realist hikâyeciliğinin önemli simalarından birisidir Ömer Seyfettin. Yol gösterici, eğitici ve öğretici olan öğretmenler dünün ve bu günün yazarlarını mutlaka okuması ve okutması gereklidir. Gelecek için umutla büyüttüğümüz yavrularımız hayatı, olayları nasıl kavrayabilir yoksa?
Ömer Seyfettin, hikâyelerini çocukluk yıllarında yaşadıklarından derleyip toparlar. Eğer bir çocuk edebiyatı varsa en güzel örnekleri Ömer Seyfettin ortaya koymuştur. Baba ocağında alınan terbiye, üslup, davranış, ahlak ve karakter ömür boyu insanla birlikte yaşar. “And, Falaka, Kaşağı” çocukluk yıllarından demlenerek kalemden kâğıda dökülmüştür.
Yine örnek olsun kabilinden; Balkanlarda, özellikle Rumeli ve Bulgar bölgelerinde yaşanılmış insanlık dışı vahşetlerin, cinayetlerin, tecavüzlerin Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde yer aldığını biliriz. Türk ve İslam düşmanlığını anlatan “Beyaz Lale, Tuhaf Bir Zulüm” bu tür konuları işlemektedir.
Ömer Seyfettin hikâyelerini yaşadığı toplumdan ve değerlerinden alır. Onlara ait kahramanlıklar, destansı hikâyeler, efsaneler ve folklordan faydalanır. “Yüz Akı, Üç nasihat, Kurumuş Ağaçlar” böyle çalışmalar için örnek verilebilir. “Yalnız Efe” romanıysa bitiremediği eseridir ki Anadolu efsanesinden beslendiğini ifade edebiliriz.
Ömer Seyfettin, 23 Şubat 1920 de Haydarpaşa Hastanesine kaldırılır. 6 Mart 1920 de hastanede ruhunu teslim eder. Sahipsizdir. Şeker hastası olduğunu ne kendisi ne de doktorlar bilmemektedir. Bütün edebiyatçılar, sanatkârlar gibi sahipsiz yaşar ve sahipsiz ölür. İstisnalar kaideyi bozmaz. Numunede kimsesizler sınıfına konularak Türk edebiyatının önemli bir kalemi maalesef kadavra olarak kullanılmış bunuYusuf Ziya Ortaç “Bir Varmış Bir Yokmuş: Portreler” kitabında anlatmaktadır.
Denizin gözlerini gördüm. Fırtınada gördüğüm şahmeran irkilmesinden öte bir şeydi. Gözlerine dalıp denizin diplerinde gezindiğim, inci mercanlarla envai türdeki balıkların birbirleriyle nasıl da seviştiklerini, konuştuklarını gördüğümdeki heyecan bana Yunus peygamberin “lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimiyn” zikrini hatırlatsa da gaflet ırmağı, bulanık akmaktadır. Belki de Yunus’a özenin Yunuslar eşliğinde bu zikre devam, tövbeye devam niteliği de taşımaktadır. Denizin gözlerini gördüm alıp götürdü beni.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.