Faruk Köse

Faruk Köse

Demokrasi’nin en büyük yalanı “milli irade”dir

Demokrasi’nin en büyük yalanı “milli irade”dir

“Devletin nasıl teşekkül edeceği, iktidarın nasıl bir mekanizmayla elde edilip kullanılacağı, bireyin/toplumun devlet nezdinde veya devletin birey/toplum nezdinde konumunun/yetkisinin ne olacağı” hep tartışılageldi. Bu tartışmalar “Demokrasi”yi kutsallaştıran bugünün dünyasında “milli irade” kavramına gelip dayandı.

Demokrasilerde bu sorunun “milli irade” ile çözüldüğü iddia edildi ve iddia, artık “genel kabul” gördü. İktidara sahip olanlar, meşruiyetlerini “milli irade” kavramına dayandırdılar. Ancak bu, sorunlar yumağının başladığı nokta oldu. Zira iktidarı eline geçirenler, “meşru zemin” olarak “milli irade”ye dayandıklarını, kendilerine yetkiyi “milli irade”nin verdiğini, bu sebeple her istediklerini yapabileceklerini ileri sürdüler.

Anayasalara göre “egemenlik millete aittir” ve bu ilke herhangi bir “kayıt ve şarta bağlı değildir.” Buna göre “idarenin dayandığı irade” ile, “milletin ortak iradesi” kastedilir; milletin arzu, kanaat, değer yargıları, duygu, düşünce... gibi ortak değerlerinden oluşan bu irade, devletin ana yapı taşı olan “egemenlik” kavramında kendini göstererek, devletin işleyiş ve işlemlerinin meşruiyetine referans olur.

Ancak, “milli irade”nin, yani “egemenlik”in kullanılması noktasında bu “teorik parıltı” sönüverir. Zira “millet iradesinin egemenliğini kullanmasına dair mekanizma”daki kurgu, “Demokratik yalan”ın tam da kendisidir. Çünkü “milli irade”nin, “egemenliğini doğrudan kullanması imkânsız” olduğundan, bu yetkinin kullanılması bir mekanizmaya bağlanır ve bu mekanizmanın teşekkül biçimi, “hükmetme arzusu”nun “devlet” ile özdeşleşerek “zulüm mekanizması”na dönüşmesine kadar varır. Mekanizmanın esasını ise “milli iradenin, egemenliğini yetkili bir organa devrettiği, o organın, egemenliği milli irade adına kullandığına dair ön kabul” teşkil eder. Lâkin “yetkili organ”ın teşekkülü ve yetkilerini kullanması süreci, “sistem/devlet-birey/toplum çatışması”nın ve sâir istikrarsızlıkların da esas nedenidir.

Teoriye göre iktidarı kullananlar, “milletten onay” alacaklar, “millet iradesi”ne ve “milli iradeyi teşkil eden kimlik ve kişilik değerleri”ne ters düşen biçbir “kurumsal ve hukuksal yapılanma”ya gitmeyecekler, hiçbir “iş ve icraat”a kalkışmayacaklardır. Bunun anlamı, anayasanın, yasaların, temel kurumların işleyişinin, görev, yetki ve sorumluluklarının, kısacası “devlet tüzel kişiliği”ni ve “devletli hayat”ı ilgilendiren tüm hususların, tamamen “milletin istek, ihtiyaç ve değer yargılarına uygun olarak tecelli etmesi” gerekeceğidir.

Ne var ki iktidar sahipleri, bir yandan milletin iradesine dayandıklarını iddia ederlerken, bir yandan da bütün işlerini ve icraatlarını milleti zaptu rapt altına almak, milletin kimlik ve kişilik değerlerini imha etmek, milleti kişiliksizleştirerek ve sorunlar yumağı içine sürükleyerek “güdülecek sürü” haline getirmek, milleti kendi saltanatlarının adı konulmamış köleleri haline getirmek ve ekonomik çıkar sağlamak için bütün idari, yasal, adli, iktisadi, siyasi, tedrisi tedbirleri alırlar.

Sorun, “milli iradeyi temsile yetkili kılınan organ”ın teşekkülünde başlar. Zira, demokrasilerde genellikle bir ideoloji/yapı monarklaşarak “devlet sistemi/rejimi”ni belirlediğinden, “farklı siyasal tercihlerin örgütlenmesi”ne ve “milli egemenliğin kullanılması” esnasında temsil edilmesine imkân verilmez. Zira tüm siyasal tercihler, faaliyetlerini “hakim siyasal tercih”in öngördüğü esaslara göre yürütmek zorundadır. Mekanizma öyle kurulmuştur ki, “egemenliğin asli sahibi olduğu söylenen millet”in tamamı dahi istese, bu mekanizmayı değiştirme ve “yeni bir siyasi-idari sistem” kurma hakkına sahip değildir. Yani, “milli irade”, teorideki söylemin aksine “kayıt ve şart” altına alınmıştır; gerçek egemen, “milli irade” kavramının arkasında sipere yatan “hakim siyasal tercih”in iradesidir.

Siz bakmayın “demokratik yalan”ın “milli irade/egemenlik” söylemine; aslında “çoğulculuk”un aksine, belli bir ideolojinin esaslarına göre yaşamak, duymak, düşünmek... zorunda bırakılan bireyler ve toplumsal bütünlük, hiçbir zaman temel hak ve özgürlüklerini gereğince/hakkıyla kullanamazlar; önlerine hep “resmi ideolojinin güvenlik ve selamati” adına engeller/kısıtlamalar çıkarılır. “Resmi ideoloji”den farklı sosyal, siyasal, kültürel vb. tercihleri olan kişi, kurum ve topluluklar, “yönetimin karar alma süreci”ne “siyasal ve hukuksal” olarak katılamazlar, etki edemezler. Aslında egemenliği, “milli irade” adı altında “resmi ideolojinin iradesi” kullanır; belli bir çerçeveye hapsedilen ve teşekkülü milli iradeyi temsile dayanmayan “yetkili organ”, yani “meclis” de paravandır.

Milli irade adına egemenliği kullanan “yetkili organ” ve bu organa seçilen “temsilcilerin faaliyetleri”nin “hakim ideolojinin iradesiyle kayıt ve şart altına alınma”sına ilaveten, seçilebilmenin yolu olarak siyasi partiler tarafından aday gösterilmek de “parti liderlerinin inisiyatifi”ne bağlıdır. “Lidere rağmen seçilmek” mümkün değildir. Böylece “milli irade”yle birlikte “yetkili organ” da uygulamada “milletin aldatıldığı bir mekanizma”dan ibaret kalır.

Öyleyse Demokrasilerin, “milli irade aldatmacası/yalanı”na kanmamak lazım. Milli irade hiçbir zaman egemen olmamıştır, olmayacaktır da. Bireyin ve toplumun ortak iyiliğini sağlayacak irade, bireyin ve toplumun ortak ihtiyaçlarını gerçekten sağlayacak “ilahi iradedir.” Bunun aksi, “milli irade” adı altında kurulan tahakkümden başkası değildir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Faruk Köse Arşivi