Sınır Durumlar
Toplumların tarihlerinde sınır durumlar vardır. Sınır durumlardan kastettiğim şudur: Geçmiş ile gelecek arasındaki mahiyet değişikliğinin yaşandığı durum. Bu dönemler, hem önemli ama aynı zamanda da oldukça risklidir. Din değiştirmeler, bir medeniyetten başka bir medeniyete geçişler, rejim değişiklikleri, ihtilaller v.s. bu durumlara örnek teşkil ederler. Ancak sınır durumlar, birden ortaya çıkıp birden yok olan durumlar da değildir. Ani olan değişiklikleri ifade eden sınır durumlar toplumsal ve tarihsel gidişatın tabiatına pek uygun değildir.
Dünyayı tek bir teori ya da görüşle açıklamak imkânsızdır. Doğruluk, teoriye göre doğruluk olarak anlaşılmaktadır. Bir önermenin doğruluğu, o önermenin ortaya çıktığı sistem içinde geçerlidir. Mesela “alt yapı üst yapıyı belirler” ifadesi Marksizm için doğru ve geçerlidir. Bu önermenin mutlak olarak doğru kabul edilmesi mümkün değildir. Durum böyle olmasına rağmen dayatmacı, monist, gerekirci ve her derde deva olan paradigmaların varlığını kabul eden, kendi kabullerinin dışında doğrunun olamayacağını düşünen her zihin dogmatiktir, anti-demokratiktir, çağdaşlıktan, özgürlüklerden, insani varlığın tabiatının zenginliklerinden bihaberdir.
Toplumlar kesintiye uğramadan, eski ile yeninin sentezini oluşturarak ve bu suretle de büyüyerek gelişirlerse, kendilerine de yabancılaşmadan varlıklarını sürdürebilirler. Bunun yolu da, tarih boyunca oluşturdukları her türlü olumlu değeri, epistemolojilerini, paradigmalarını, bilgi bloklarını yeni şartlara intibak ettirebilmekten geçer.
Şayet bütün paradigmalar yanında sadece bir tanesinin yüceltilmesi, belli bir dönemde elde edilmiş bir epistemolojinin tek ve sorunsuz, hatta evrensel olarak kabul edilmesi söz konusu olursa dogmatizm ortaya çıkar, aklın önü tıkanır ve gelişme sağlanamaz. Tersi durumda da epistemolojik bir kesinti yaşanır. Her iki durum da zihinsel parçalanmalara, bilinç yaralanmalarına ve doğal olarak da akıl tutulmalarına neden olur. Fertler ve toplum dengesini yitirir.
Türkiye’de birbirini düşman gibi gören, birbirini yok etmek isteyen, karşılıklı olarak birbirlerini tehdit olarak algılayan iki paradigmanın varlığından söz edilebilir: Aydınlanmacı, ilerlemeci, batıcı, pozitivist, laik paradigma ile İslamcı gelenekten beslenen, İslami dönem tarihimize kıymet verdiğini iddia eden, içindeki bazı gurupların Atatürk ve laiklikle sorunlu olduğu, millilik ile İslami olan arasında gidip gelen, politika söz konusu olduğunda ikisini de kullanan ama siyaset dışı durumlarda İslamcı çizgilerini kalın bir şekilde çizen bir paradigma.
İkisi arasındaki gerilim herhangi bir dengeye de kavuşmadığı için kendi içlerinde daha da radikal, dogmatik, gidişatları içerisinde anti-demokratik, komplo teorileri ve korku ütopyalarına dayalı bir hale geldiklerini görüyoruz. Dün de böyleydi, anlaşılıyor ki bugün de aynı. Umut kırıcı bir durum. Çünkü milletin devleti olmaktan temsil ettikleri siyasi hareketin devleti olmaya doğru giden her hareket umut kırıcıdır.
Türkiye, 12 yıl önce başladığı haliyle devam etseydi, ulaştığı sınır durumunu sağlıklı bir şekilde atlama şansını yakalamış gibiydi. Bugün gelinen nokta, bu şansı kaybetmek üzere olduğunu söyler gibidir. Çünkü yolsuzluklar konusunda oluşan ciddi tereddütler, bürokrasinin her kademesinde görev verilenlerin tercihindeki liyakati göz ardı edişler, en basit geçici bir işe yerleştirmelerde bile istenen “hatırı sayılır” tavsiye mektupları ve telefonları rahatsız edici hususlardır. Bütün bunların üstüne, iki başlılık belirtileri de eklenince “ebedi dönüşe” mahkûm olmak üzere olduğumuzu görür gibiyiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.