Bir Ütopyamız Bile Yok
Geldik handiyse 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna ve Cumhuriyetimizin 100. yılı heyecanı palavradan politik malzeme yapılabiliyor ama bu asra damgasını vuracağına inandığımız mayadan eser yok.
İçgüdü ve korku asrı o kadar benliğimizi sarmış ki, ne kadar “yeni.. yeni.. yeni…” diye tuttursak da eskiden, eski hastalıklardan, alışkanlıklardan, söylemlerden, hatta hülyalardan kurtulamıyoruz.
İÇGÜDÜ
İçgüdü filminde Afrika ormanlarında gorillerin hayatını inceleyen ve onların fotoğraflarını çıkarken yakınlaşarak adeta ailelerine katılan Doktor, bir gün avcıların saldırısında ailesini korumaya çalışır ve avcılara saldırır ve bu yüzden “vahşi”dir artık medeniyet için. Artık hiç konuşmaz ve hapishanede zincirlere bağlı olarak yaşamaktadır. Genç psikiyatrist onu konuşturmayı iş edinir ve zorlukla bunu başarır. Bu arada hayli zengin dramatik unsur filme katılır, çeşitli olaylar vuku bulur. Sonunda konuşan vahşi belki de haklılığını mahkemeye kabul ettirip kızı ve karısına dönebilecektir fakat gardiyanın avcılar gibi ailesine-ki bu sefer ailesi goriller değil, diğer Mahkûm ya da tutuklulardır- saldırması sonucu tekrar bir kavga ortamına dönülür. Ama mahkûmlar artık bu aileyi savunan adamı tanırlar, anlarlar. Ve bir gün medeniyetten hapishaneden kaçış yaşanır. Hürriyete kaçış.
İçgüdü filmi medeniyet ve şehrin yuttuğu insanın özgürlüğünü tartışıyor. O insanı insanlığından çıkaran ve özgürlüğünü elinden alan bu süreç sonunda insanı kavgaya sürüklüyor. Ailesini, doğayı savunan bir adam bunlara karşı saldırıda içgüdüsel olarak savunmaya geçiyor. Kavgasında haklıdır fakat şehir ve medeniyet onu “vahşi” buluyor.
ESKİ DOKTRİNLER KADAR KAPSAMLI PROJELER DE YOK
Karşılıklı korkularla geçen 20. yüzyıl boyunca içgüdü hangi değeri korumaya yönelikti? Sayınız değer sistem, düzen birbiri ardına ne korkular ve içgüdülerle varlıklarını idame ettirdiler.
Alexis de Tocqueville “sanki yeniymiş gibi dünyayı hep büyüleyerek ve şaşırtarak ve insanoğlunun doğurganlığına değil de insanların unutkanlığına tanıklık ederek, bu kadar çok ahlâk ve politika sisteminin birbiri ardına bulunması, unutulması, yeniden keşfedilmesi, kısa bir süre sonra yeniden ortaya çıkmak üzere tekrar unutulması inanılır gibi değil” diyordu. “İniyor kayık çıkıyor kayık”... Bir görünüyor bir kayboluyor ve her defasında yeni ve başka imiş gibi sürekli kendini tekrarlıyor.
Sayısız korku ve ütopyalar içinde içgüdü kaynağı aynı olan insan hep farklı tepkiler ve farklı zamanlarda farklı isimler taşımasına rağmen aynı insan... Alevlenen ve çöken komünizm.. Ne büyük hülyâların estine konmuş kocabaşlar... Büyük idealler, cennet vaadeden ütopyalar. En hayâli serbestlikten, en totaliter hareketlere, tedbirlere varan arayışlar, uygulamalar. Birbirine rakip olan ama sonunda birbirine benzeyen örgütlü delilikler...
Artık kapsamlı doktrinler de kalmadı. Hiç olmazsa onlar kapsamlı, oluşlarıyla kendine mahsus “etik” geliştirdiklerini sanarak mutmain olurlardı. Kapsamlı doktrinlerin yerini belirsiz duygular, kararsızlıklar, değer tanımazlıklar aldı. Bunu gerçekten demokrasinin zaferi addedebilir miyiz?
“Kişisel bir demokratik içgüdü, demokratik politik kültürle aynı şey değildir. Bu içgüdü, aynı zamanda kavgacı politikaların da başlangıç noktası olabilir”. (Zbigniew Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, İş Bankası Y. 1993)
İslâm tehdit mi, diriliş mi?
Vahşi doktorun içgüdüsü kavgacı politikaların başlangıç noktası oldu içgüdü filminde... Pekiyi avcıların, gardiyanların içgüdüsü neydi? Demokratik kültürle ABD’nin ya da global statükonun zorunlu “demokratikleştirme programı ya da dalgası nasıl uyum sağlayabilir? Demokratikleştirme programı gizli bir teokratik hevesin yansıması değil mi? Liberalizmin tek yanlı zaferi ile sarhoş olanlar, baştan çıkarıcı bolluk karşısında şaşırmamalıdırlar.”
Dünya’yı otomatik pilota bağlanmış ve hızı gittikçe artan ama hangi yöne gideceği belli olmayan bir uçağa benzeten Brzezinski bir yandan zorunlu demokratikleştirme dalgasının öncülüğünü yaparken diğer yandan baştan çıkarıcı bolluktan ve ABD’den şikâyetçidir. O’na göre; “Amerikan egemenliğinin uzun süre devam etmesi mümkün değildir”. “Tanrı öldü sloganı, ateizmin resmî ideolojisi olarak dayatıldığı Marksist devletlerde değil, ahlâkî duygusuzluğun kültürel açıdan beslendiği batılı-liberal demokratik toplumlarda gelişmiştir.”
Brzezinski Batı’nın ahlaksızlığından şikâyet etmede, baştan çıkarıcı bolluğa kızmakta ama yanlış kurgulanmış ve korkularının esiri olmuş her Batılı gibi dinin etkisini ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile eşdeş görebilmektedir. “Aşırı tutucu eğilimlerin hâkim olduğu İslâm dünyasının dışında evrensel politika sahnesine genellikle tüketim felsefesi ve insanların kendi ihtiyaçlarını en iyi şekilde tatmin etme duygusu, politik eylemlerin en baskın unsuru olarak görünmektedir.” Tabiidir ki, bu baştan çıkarıcı bolluktan şikâyet edenlerin insanı kimliğinden uzaklaştırmayan İslâm’ı da bir tehdit unsuru değil; evrensel barışın “lait-motive”i olarak görmeleri gerekirdi. Ama nedense korku ve içgüdü yanlış kurgularla barışın teminatını global tehdit haline dönüştürebiliyor.
“Bizimle birlikte olmayan bize düşmandır” doğru bir rehber midir?
‘Bizimle birlikte olmayan bize düşmandır” şeklindeki Leninci slogan bugün her coğrafyayı kaplamıştır. Bizim dışımızda herkes bize düşmandır haline dönüşen bu slogan sadece komünist kültür olarak kalmamış; Batı’nın da korku ve içgüdüsünün tarifi olmuştur. Bu yüzden AB, büyüme sancıları çekiyor; Hem büyümek, hem de (bize) düşman olanları da çekim alanına alarak düşman tarafı zayıflatmak istiyor. Ya da etkisiz ve bölünük kılmak...
Evet, bu yüzyılı insanlığın en günahkâr yüzyılıdır. En fazla kan ve ter bu yüzyılda akıtılmıştır. Teknolojilerde, bilimde alabildiğine hız kazanan dünya nereye gittiğini bilmeyen otomatik pilota bağlı uçaktır ve hırslarıyla da korku ve içgüdüleriyle de insanlık, adı ister bilgi, ister uzay, ister iletişim, ister atom çağı olsun bu çağda Arthur C. Clarke’ın uzay hayâline erişememiş ve fakat bütün kapsamlı doktrinleri altederek otomatik pilota uyumlu duygulara yine de sahip olmanın bahtiyarlığına erişmiştir.
Bizim dışımızda herkes bize düşmandır içgüdüsü ve yarattığı korkular Türk’ü de 20. yy.’da yakalamış; “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sözü en kıymetli vecize haline gelmiştir. Sanki bu gerçek Türk’e tarifsiz heyecanlar, nefis huzurlar bahşediyor olmuştur.
20. yy’ın başlangıcını en iyi belirleyen global ve yerel mesele şark meselesi ve Osmanlı’nın yıkılışı idi. Ve bu 20. yy’ın aslî belirleyici unsuru olmuştur. Dolayısıyla 20. yy’ın en acı çeken milleti olarak 21. yy Türk asrı olacaktır diye tarihin önümüze çıkardığı fırsatlardan hareketle ütopyalar kurmak bizim de hakkımız olmalı değil midir?
Fakat bu ütopyalar bugünkü siyasetlerin harcı değil gibi gözüküyor.
Ne yapsak acaba?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.