İnanç konuları, 'sırrını ararken patlayan bomba'ya dönüşebilir..
İnanç konuları daima hassastır.. O konudaki sahiblenmelerin de, karşı çıkmaların da son derece dikkatli ve saygılı şekilde yapılması gerekir. Yoksa, o, ‘sırrını ararken patlayan bomba’ gibi, her iki tarafın elinde de patlayabilir..
Geçen hafta, bir genç hoca, Cuma hutbesinde, çalışan hanımların iffetlerinin korunmasında zorluk yaşanacağı üzerine, iyi hesablanmadan dile getirilmiş bazı sözleri minberden İslâm adına dile getirince, itirazlarla karşılaşmış.. İstanbul civarındaki bir köyde.. Bunun üzerine, o hoca, ‘Ben öyle demek istememiştim, yanlış anlaşılmış..’ demiş.. Bu olabilir de..
Ancak, bu gibi görüşlerin, toplumun hemen her kesiminde ve hattâ dinle-diyanetle pek fazla ilgisi olmayan ve yalnızca gelenekçi ahlâk anlayışına sahib kimselerce bile dile getirildiği de unutulmamalıdır. Halbuki, insanların birbirine güveni kalmazsa, vehimler başlar ve aynı iddia evden dışarı çıkmak zorunda kalan her erkek ve kadın için de sözkonusu olabilir..
Ama bu gibi ihtimal ya da vehimlerin cami minberlerinden dile getirilmesindeki tutarsızlık ortadadır.. Halk, çok farklı anlayış seviyesindeki insanlar karmasıdır.. Bunun için, yanlış anlamalara vesile olmayacak net ve delilli beyanlar dile getirilmeli ve bunlar yazılı olarak da korunmalıdır. Yoksa, bazı tuzak ve entrikalara, şeytanî fitnelere karşı, çaresiz kalınabilinir.
Medyaya yansıyan ve yalanlanmayan bir iddiaya göre de, MHP Gen. Merkezi’ndeki mescidde yıllardır imamlık yapan 70’lik bir hoca, ‘ma’zeretsiz olarak üç kez Cum’aya gelmeyenin eli bile sıkılmaz..’ gibi bir söz söylemiş.. Bahçeli de bu ölçüye göre dışarda kalanlardanmış.. Bahçeli, sözkonusu hocayı makamına çağırtıp, onu kapıda karşılayıp elini uzatmış; hoca da elini sıkmış.. Bahçeli, o zaman, ‘Niye sıktın elimi, hani sıkılmazdı!’ deyince, o da, ‘Ben sizi kasdetmedim..’ dedikten sonra, Bahçeli’nin kızgınlığını görünce, kendisi de dikleşmiş olmalı ki, ‘Ben Allah’ın emrini açıkladım, onu sizin için değiştiremezdim.’ demiş ve kovulmuş..
O hocayı kasdederek söylemiyorum, ama, bu gibi iddiaların doğru olması mümkündür. çünkü bu gibi durumlarda verilen tepkiler aşağı-yukarı öyle olur. Ancak, bu gibi görüşleri daha da ağır ikaz ve îtablar şeklinde tekrarlayanlara sormalı: ’Emr-i ilahî mi öyle, yoksa sizin mi yorumunuz bu? Hiç mi Kur’an okumazsınız, Allah’ın emri ile, hadis rivayetlerine dayanan hususları niye ayırt etmezsiniz? Cum’a şartları konusunda bile İslâm mezhebleri arasında tek bir görüş yok iken; en fazla, farklı görüşleri zikretmekle yetinseniz, olmaz mı?’
Hele de, din düşmanlığının cihanşumûl planda bunca organize olduğu bir çağda, zayıf rivayetlere dayanarak kesin ve katı hükümler dile getirmekten kaçınılmalı değil midir?
¥
Bir diğer konu.. İst. Hukuk’tan hocam da olan ve isminin önüne, ‘akademik titr’lerini, ‘Ord. Prof. Dr.’ diye sıralamaktan zevk alan (şimdi müteveffâ) birisi vardı.. 70 yılı aşan yayın hayatı boyunca, devamlı, ’irticaya karşı savaş’ adı altında, İslâm’la mücadeleyi meslek edinmiş mâlûm bir gazeteden, müslümanlara, her zaman olduğu gibi yine sataşan bir ağır yazı yazmıştı, 1974’de.. O yazıya, o zamanlar yazmaya yeni başladığım ‘Bâb-ı âli’de SABAH’tan bir yazıyla karşılık vermiş ve yazıma, Ferîd Kâm’ın, ünlü ’Ne taaccüb ediyorsun, buna dünya derler,/ Duyulan herzelere onda nihayet yoktur.. / Yerin altında öküz var mı dedi, bir meczûb,/ Altını bilmem dedim, üstünde fakat pek çoktur..’ dörtlüğüyle girmiştim.. Birkaç gün sonra, o prof.’un beni mahkemeye verdiğini, hakaret ve tazminat davası açtığını öğrenecektim..
O hukuk prof.’u, ‘Yazıda her ne kadar adım zikredilmiyorsa da, cümlelerim esas alınarak, bana hakaret edilmiştir. Orada ‘öküz’ denilen, gerçekte ben’im.. Yazının şiddetinden ruh dengem sarsıldığı için, 150 bin liralık tazminata hükmolunması..’ diyordu.
Cevab hakkımı kullandım ve ’Yazıda, kişiye hakaret sözkonusu olmayıp, bir zihniyete saldırılmıştır.. Davacı, önce, ruh dengesinin sarsıldığını ve bunun, benden taleb ettiği o meblağla bertaraf olacağını, tam teşekküllü bir akıl hastanesinden alacağı sağlık kurulu raporu ile objektif şekilde ortaya koyması...’ diye yazdım.. O da, davasını takib etmedi..
Şimdi de, aynı gazetenin ’İ.S.’i, 70 yılı aşan ömrü boyunca hep yaptığı gibi, müslümanlara yine‚ ‘kara çalma’ya çalışıyor; İS’liğinin, marksist/ kemalistliğinin gereğini yapıyor..
Yine, o meşhur dörtlüğü hatırladım..
Bu kişinin, son zamanlardaki yazılarının başlıklarına bakanlar, ‘Yoksa, hidayete mi erdi?’ diye düşünebilirlerdi. Halbuki, sosyal düzenleme ‘İslâmî esaslar’ a göre yapılsa, ‘İrtica!!!’ diye ilk feryadı koparacaklardan birisi de yine kendisidir! Tutarsızlığın farkında mısınız?
O, son zamanlarda, müslümanların laik rejim içindeki çelişkilerini vurgulamak için, ‘faizin haramlığını’ hatırlatmaya; müslümanları, ‘Sünnet’i esas alarak ‘Kur’an’ın hükümlerini değiştirmeye çalışmak’ gibi, ‘ömrü boyunca yabancısı olduğu ve aklının ermeyeceği konulara ağırlık veriyordu.. Ama, dün, takkesi bir daha düştü ve keli gözüktü.. çünkü, dünkü yazısında ’İS’, örtünün ancak, ’mahalle karıları’na yakışacağını’, tam bir ‘mahalle karısı’ ağzıyla dile getiriyordu.. Onun kullandığı bu sözü tekrarlamaktan bile utanıyorum, ama, mâdem ki, o ancak o dilden anlıyor; ona kendi sözlerini iade ediyorum.
‘Mahalle karısının kimliğini oluşturan, (…) hayata bakış açısıdır... çoğu zaman tesettürü benimsemiştir mahalle karısı.. (…) edepsizliği ve terbiyesizliği başına türban gibi saran mahalle karısı karşısında müeddep olmak kolay değil...’ diyen bu kişinin zihin çarpıklığı karşısında, ona kendi sözlerini iade ederken bile teeddub ediyorum; ‘utan utanmazdan’ diye..
İlginçtir, P. Suda gibi birisi bile, 23 Aralık 07 tarihli Hürriyet’te, ‘Ben aydın, elli yaşında bir Atatürk kızıyım. Türban konusunda düşündüğümü sizinle paylaşmak istedim. Zaten başı örtülü olan kadınların ve genç kızların daha zarif ve güzel görünmek uğruna başlarını türbanla örtmeye başladıklarını düşünüyorum. Yani, bir kadın olarak daha güzel görünmek içgüdüsü onlarda da devreye giriyor. (…) diyen bir okuyucusuna cevab verirken, ‘Size katılıyorum: Türbanın başörtüsünden daha şık durduğuna.. Altını çizerek söylüyorum, sadece görüntü olarak baktığımızda elbet.. Ve illaki örtülecekse baş... (…) Ama sahiden de başörtüsü, yani eşarbın üçgen katlanıp uçlarından çenenin altında bağlandığı örtünme biçimi, biraz ‘köylü’ yapıyor kadını.. öteki daha havalı duruyor.’ diyor ve en azından, İS’ten biraz daha pâk bir mantık sergiliyordu.. Ama, birisi ‘mahalle karısı’ diyor; diğeri ‘köylülük’ görüntüsünden kaçınmak kaygısından..
Biz de onların ne olduğuna ve nasıl giyinmeleri gerektiğine mi karışalım, yani? İnsanların inançlarıyla böylesine uğraşanlar, bir gün ne ile oynadıklarının şaşkınlığında uyanabilirler!
Tekrarlayalım: ‘En sefil hayat, başkalarının istediği şekilde yaşanan hayattır..’
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.