12 Eylül’ün tahribatı
Ordunun siyasete doğrudan veya dolaylı müdahalesi Türkiye’nin talihsiz bir gerçeği. Temsili kurumları ve demokratik siyaseti askıya alan doğrudan müdahalelerin sonuncusu, malum, 12 Eylül 1980’de gerçekleşti. Aradan 30 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, halá bu darbenin izleri kamu hayatının pek çok alanında varlığını hissettiriyor.
Darbeciler ‘12 Eylül Harekátı’nın amacını ‘devlet otoritesini yeniden tesis etmek’ olarak açıklamışlardı. Bunun arka planında, 70’lerin ikinci yarısından sonra gitgide yaygınlaşarak çok sayıda genç insanın ölümüne, ölümlerle biten toplumsal olaylara ve toplumun güvensizlik duygusuna sürüklenmesine yol açan olaylar karşısında devletin aciz kalmasına bir atıf vardı. Askerleri yönetime el koymaya iten başka bir önemli ‘neden’ de, Milli Selamet Partisi’nin askerlere ‘dinci bir kalkışma’ gibi görünen meşhur ‘Konya mitingi’ idi.
Tabii, askerlerin bahaneleri bunlardan ibaret değildi; daha bunun resmi törenlerde bile ‘birbirinin elini sıkmayan’ ve üstelik ‘tencereyi (de) pisleten politikacılar’ı, ‘komünizm tehlikesi’ filán vardı...
Aslında, 12 Eylül 1980 öncesinde, görünüşe göre ideolojik saikli şiddet olaylarının kamu düzenini ve toplumsal barışı cok ciddi şekilde bozduğu da, bunda aşırı sağcı grupların yanında sosyalist-komünist eylemcilerin de aktif olarak yer aldığı da, başta Demirel ve Ecevit olmak üzere önde gelen politik liderlerin sorumsuz davrandıkları da doğruydu. Dahası, zamanın ‘ülkücüler’inin bu olayların aktif taraflarından biri olmasında MHP yönetiminin ilgisi, bilgisi ve hatta desteği de vardı.
Mamafih, meselenin bir de öbür yüzü var. Bugün artık biliyoruz ki, şiddet olaylarının tırmanması sadece sağdan ve soldan bu işlere bulaşan gençlerin iradelerini sonucu değildi. Her iki grubu da motive eden ve/veya manipüle eden bazı karanlık odakların var olduğuna, özellikle son Ergenekon hadisesinden sonra, bugün daha fazla inanıyoruz. Devlet içindeki bazı legal veya illegal oluşumların -veya bunlarla bağlantılı kimi kişi ve grupların- bu işlerde parmağı olduğuna artık kesin gözüyle bakılabilir.
Öte yandan, öyle anlaşılıyor ki, askeri bir darbeye elverişli bir ortamın oluşması için şiddet olaylarının tırmanmasına katkıda bulunulmuş veya seyirci kalınmıştır. Nitekim, sıkıyönetim çerçevesinde kamu düzenini sağlamakla görevlendirimiş olan askerler, bu görevi 12 Eylül’e kadar bilerek savsaklamışlardır.
‘Dış bağlantı’nın bütün bunlarda ne kadar etkili olduğunu kesin olarak söyleyemem; ama meselá, ABD ve NATO çevrelerinden estirilen havanın da etkisiyle, ‘komünizm tehlikesi’nin abartılmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu havanın milliyetçi gençlerin ‘vatanseverlik’ duygularının kabarmasına ziyadesiyle katkıda bulunmuş olduğu açıktır. Ayrıca, aynı çevrelerin ‘sol’ görünümlü kimi eylemci grupları manipüle etmiş olmaları bile ihtimal dışı değildir.
Demirel ve Ecevit’e atfedilen sorumluluk payı da doğrudur, ama onların kusurlu davranışları demokratik süreci kesintiye uğratmanın gerekçesi olamazdı. Siláhlı kuvvetlerin yapması gereken, kamu düzeninin sağlanmasında kendisine anayasal ve yasal olarak verilmiş olan görevi yerine getirmeye odaklanmaktı, darbe şartlarını oluşturmak için çalışmak değil.
Bu darbenin Türkiye’ye fevkaláde büyük zararı oldu: Bol keseden verilen ve infaz edilen idam cezaları, yaygın ve sistematik işkence uygulaması ve diğer insan hakları ihlálleri, demokrasinin konsolidasyonunun gecikmesi, ve başta sözde Anayasası olmak üzere darbe hukukunu kalıcılaştırması.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.