Emrah ve Sümmani Divanıyla Döndük Palandöken'den
Ahmet Efe, Kayserili bir şair, yazar ve minyatürcü olsa da ben onu ilk kez yüz yüze Konya’da tanımıştım. Şebi Aruz programları nedeniyleydi yanlış hatırlamıyorsam eğer... Onu ilk kez Diyanet dergisindeki çocuk şiirlerinden hatırlıyorum tıpkı Bestami Yazgan gibi... Mayısın ilk haftasıydı Erzurum’da Naat şiir çağrısına katılışımız. İki gün boyunca Erzurum’u gezdik, Bahar gelmeyen Erzurum oldukça soğuktu. Nurullah Genç’le Ben çok üşüdüğümüzü itiraf edeyim. Erzurum’dan hemen sonra Kayseri’de “Bahar Şiirleri” eşliğinde TSM’den tanıdığımız kıymetli dost ve sanatçı Yıldırım Bekçi de bizimle birlikteydi. Nurullah Genç, Erzurum’da o kadar üşütmüştü ki doktora gitmek durumunda kaldı. Kıymetli şair dostumuz Müştehir Karakaya Van’dan, Özcan Ünlü bizim gibi İstanbul’dan geldi Kayseri’ye. Kayseri Valisi, Melik Gazi Kaymakamı Melik Gazi Belediye Başkanı, Yardımcıları ve Kayşad yetkililerine müteşekkir olduğumuzu da buradan ifade etmekte yarar görmekteyim. Şiire ve şaire verilen önemi biz Kayseri’de hissettik.
Ahmet Efe’nin “40 Yıl Sonra Erzurum”da başlığıyla bir değerlendirme yazısı gönderdi bana, kendisinin izniyle paylaşmak istedim; “Aradan 40 sene geçmiş!” dedim. “Sanki bir eski dosta kavuştum şimdi…” “40 yıllık dostuna!” dedi Mehmet Yaşar Bey... “Evet, daha doğrusu budur” diye düşündüm. Havada parça bölük bulutlar vardı ve karşıda karları pırıl pırıl ışıldayan Palandöken…
Erzurum’dayım.
40 sene önce yaşandığı halde hâlâ bütün canlılığıyla duran hatıralarım sökün ediyor… Bir konferans salonunda, gözümüze dev gibi görünen zayıf, küçücük bir adam; büyük bilge Muhammed Hamidullah Arapça bir konferans veriyor… Belki yanındaki İhsan Süreyya Sırma Hoca veya Yusuf Ziya Kavakçı… Cumhuriyet Caddesi’nde, Yakutiye Medresesi’ne yakın bir yerde Ezo Gelin çorbası içtiğimiz lokantanın masaları, taş merdivenle çıkıp gırtlama çaylar yudumladığımız kıraathane, önünde durup siyah beyaz fotoğraflar çektirdiğimiz Çifte Minareli Medrese, Tabyalar… Yeni yapılmış bir yurdun, henüz boyaları kurumamış odaları... Arkadaşların tıka basa doldurduğu anfiler, akşam soğukları, çamlık ve kar… Hepsi ama hepsi duruyor…
19 yaşında, üniversite tahsiline başlamış bir genç adamdım o vakitler. Bir kara trenle tam 24 saatte ulaşmıştım Erzurum’a. Yalnız, garip ve şaşkın kalacağımı sanıyordum ama hiç öyle olmamıştı. Tanıştığım kimseler; sokaklarda, cami önlerinde gördüğüm Erzurum dadaşlarının her biri, güzel yüzlü, yüreği avucunda, mert ve sıcak insanlardı. Kendilerine has şiveleriyle konuşuyor, Âşık Emrah’ın, Sümmânî’nin diliyle ses veriyorlardı. Burada Ermeni mezâlimine dair piyesler çevirmiş, “ İlim ve Kültür Derneği” bünyesinde “Nene Hatun Gecesi” tertip edip, çeşitli şiir sunumları yapmıştık. Bir grup genç arkadaş bir araya gelmiş; dünyayı daha yaşanılır kılacağımıza dair yeminler ederek, gerçek bir inanç ve güvenle ayağa kalkmıştık! Hamdi Kalyoncu ağabeyi mi saysam, Yusuf Ziya Özkan ağabeyi mi, Şükrü Ünal’ı mı anlatsam, Ali Şişman’ı mı?
Şimdi Erzurum Büyükşehir Belediyesi ve Yazarlar Birliği Erzurum Şubesi’nin organizasyonuyla gerçekleştirilecek olan bir Na’t Şöleni için Erzurum’dayım. Oteldeki yerimizi ayarladıktan sonra bana eşlik ederek şehri gezdirecek olan sevgili Yusuf Kotan’la dışarı çıktık. Sohbet ederek yürüyoruz. Yakutiye, Lala Paşa, Cimcime Hatun Kümbeti, Taşhan, Ulu Cami, Çifte Minareli Medrese, Üç Kümbetler, Kale filan deyip epeyce dolaştık. Yoruldukça oturup semaver çayı içiyor, tatlı sohbetlere devam ediyoruz. O bana İstanbul’u soruyor, ben ona Erzurum’u… “40 sene öncesine göre fazla değişen bir şey olmamış” dedim ona. “Bazı binalar yıkılıp yerine yenileri yapılmış ama insanlar ve tarih aynı! Cuma namazı çıkışında Ulu Camii önünde yüzlerine baktığım onlarca kardeşi tanıdım ben! Onlar 40 sene öncesinde de böyle güzel yüzlü, cana yakın ve merttiler. ‘Sizi tanıyorum’ dedim bir aydınlık yüzlü kardeşe. ‘Nerede, ne zaman tanışdık ki?’ demedi… Biz, birbirimizi tanırız.”
Ara caddelerde, daha çok bakır işçiliğiyle yapılmış malzemeler satılan ve yer yer kundura dükkânlarının bulunduğu bir yeri gezerken Yusuf beni Rasim Dertli isimli 99 yaşında bir pîr-i fânî ile tanıştırdı. Elini öpüp yanına oturduk. Çay ikramı sırasında, soyadına yakışır bir edâ ile neler anlattı, neler… Cumhuriyetin ilk yıllarında, şapka meselesi yüzünden babası idam edilmiş… “Burada 25 adamı astılar! Benim gibi adamları değil, hepsi âlim, hepsi velî… Akşam getirdiler, gece götürdüler babamı... Ben küçücük bir çocuktum. Pek uysal bir kadın olan annem o günden sonra yırtıcı bir kaplan kesildi… Bizi büyüttü… Akşam getirdiler, gece götürdüler babamı… Astılar…”
Yusuf’la otele döndüğümüzde akşam oluyordu. Türkiye’nin değişik yerlerinden gelen şair arkadaşlarla birlikte hem türbesini ziyaret, hem de orada bulunan tesislerde akşam yemeği yemek için Abdurrahman Gazi Türbesi’ne gittik. Orada 40 yıllık dostlardan, değerli araştırmacı Abdurrahman Zeynal’ın verdiği bilgileri dinleyip birçok şey öğrendikten sonra, şehir merkezindeki otelimize geri döndük.
Sabah vakti, güneşin henüz doğmadığı bir saatte, kaldığımız yerden çıkıp kendimi sokağa attım. İçimi kaplayan ince bir hüzünle yürüyorum. Eğer kapıları açıksa Kale’den içeri girip, Tepsi Minare’ye çıkacağım. Meramım, üstüne ışık vurmaya başlayan şehrin dört bir köşesinin fotoğrafını çekmek.
Sokaklar pek sessiz. Gökyüzünde kızarmış bulutlar, temiz bir hava. Yakutiye Medresesi’nin yeni fotoğraflarını çekip kaleye doğru yürümeye devam ettim. Issız yolda bir minibüs durdu. Genç bir kardeş indi ve yanıma gelip: “Hocam” dedi,“dün sizinle tanışmıştık. Kahvaltıya gidiyoruz. Sizi de götürebiliriz…” Eğitimci ve şair Harun Kazan’ın, Erzurum Evleri önünde tanıştığımız, tarihten doktora yapan ince ve güleç yüzlü oğlu. Bin teşekkür edip onları gönderdim.
Kale civarındaki evler harap vaziyette. Bir dönüşüm plânı yapılmış. Tarihî yapıların bulunduğu bu bölge temizlenecek ve eski Erzurum evleri hariç diğer binalar yıkılacakmış. Bence iyi olur. Zira Çifte Minareli Medrese bile tek başına bir dünyadır. Daha görkemli görünmesi için etrafı temizlense iyi olur.
Kalenin kapısı henüz açılmamış. Etrafını dolaşıp epeyce fotoğraf çektim. Güneş yüzünü göstermiş, yapılar ve dağlar parıldamaya başlamıştı. Palandöken koca bir dost gibi yüzüme gülüyordu. Üç Kümbetlere doğru yürüyorum. Eski bir konak görüyorum sağ tarafta. Üzerinde “Sarı Gelin Konağı” yazıyor. Bu ismi okuyunca; “Erzurum çarşı-Pazar / İçinde bir kız gezer” türküsüne başlamamak mümkün mü? İnsanın ta ciğerine, bir taş gibi oturan bu türkünün öyle bir musikisi vardır ki, duyan, hissettiği hüzün sebebiyle yerinden kıpırdayamaz olur…
Devam edecek...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.