Acı – II
Refik Halit Karay, “Sıcak iklimlerde bu mevsim, tek renktedir, sadece acı yeşildir” Bir de Ferman Karaçam’ın “Acı”sı var içten içe büyüyen, büyüdükçe yeryüzünden haberler taşıyan.
“Seni de vururlar bir gün ey acı
Uçuşup durduğun kanatlarından
Sazın, sözün, türkülerin tükenir
Ellerin koynunda kalakalırsın
Şakaklarına kar yağıyor bilesin ey acı
Gül açan yüzlerimizde
Göğeriyor rengin senin de
Biz seni
Ta eskiden tanırız
Hani göğüslerimize taş olur inerdin
Avuçlarımızda Hira dağıydın
Al atların tan yerine ayarlanmış yelelerinde
Akdeniz rüzgârlarına karışan sendin
Biliyorum
Hiçbir tarih yazmayacak ve bir
Sır gibi kalacak yakılan kitaplarda
Göbek bağı anasından henüz çözülmemiş bebelerimize
Mitralyözlerin Washington’dan ayarlandığını…”
Abdulhak Hamit’in ifadesiyle;
“Eyvah ne zehir imiş hayatım
Bunca acıya gelir mi takat”
“Tatlı od safra çıkarmaz derler ya” ona benziyor. Tıpkı “Acı acıyı söker” deyişi gibi.
Acının karşıtı tatlı. Tatlı dilli, güler yüzlü, hoş sohbet sahibi olmak varken, turşu satan, asık suratlı, geçimsiz, huysuz olmak pek akıl karı olmasa da hayatın bir yanında hep var oluyor. Her iki durumun da varlığı birbirini tamamlar nitelikte. Acı olacak ki tatlının farkına varılsın. Tatlı olacak ki acı olan, zehir olan, tatsız tuzsuz olan fark edilebilsin. Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü”nde dile getirdiği gerçek hayatın içinde var olan, her an yaşanılan bir gerçeğe işaret ediyor;
“İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan”
Edebiyatçılarımız, romancılarımız, şairlerimiz de acıdan nasiplerini almışlardır. Sürgün edilenlerden, hapsedilenlere, kitapları toplatılanlardan bir daha konuşmama emirlerine, cezaevlerinden cezaevlerine gezdirilenlerden, köşeleri ellerinden alınanlara, ulufe verilerek kalemleri satın alınanlara, makam verilerek susturulanlara söz acıdan başka bir şey değildir. Ne yaparlarsa yapsınlar asla boyun eğmeyen kalemlere, dava adamlarına, inanmış insanlara, bir gece baskınıyla hafızasını kaybederek ömrünce devletin ve milletin her hangi bir hizmetinden uzak kalanlara, kitap okumalarından, zikretmelerinden ürkerek çoluk çocuk demeden, kadın kız demeden zulmün feryadında acı sürüyor. Baktıkça, düşündükçe acının davarları nasıl da yıktığını, dövdüğünü görebiliyorum. İdamlıkların kurtuluşlarına rağmen yurt dışında sürgünde geçirmelerine varıncaya değin söylenilebilecek o kadar çok acı, o kadar çok ıstırap, o kadar çok haksızlık ve zulümler yaşanır ki sen aklından silmek istesen anılar defterinde asla kayıtları silinemez.
Seksen ihtilaliyle birlikte yapılan gece baskınlarında nereye götürüldükleri bilinmeyen, meçhuller içinde kayıplar diyarında arayan annelerin, babaların yüreklerinde ki acıyı hiçbir şeyin dindirmeye gücü yetmez. 12 Eylülün getirdikleri silinemez acılarla doludur. Seksen ihtilali sabahında Selimiye kışlasına niçin götürüldüklerini bile bilmeyen vatansever gençlerin çektikleri zulüm ve işkenceleri acı sözcüğüyle tanımlayamaz ve anlatamazsınız. İşte Ferman Karaçam öyle söylüyor;
“Seni de vururlar bir gün ey acı
Filistin’de sapan taşlı çocuklar
Dalın, kolun, fidelerin budanır
Kuru bir kütükle kalakalırsın
Öyle bakmayın balkonlarınızdan
Fırat nehri ayrılık çıbanına tutuldu,
Damarlarımızı yırtıyor
Tuna nehri, onulmaz boşnak sızıları
Pompalıyor yüreğimize
Pilevne türküleri ağıtlara dönüşürken,
Çeçenya’da yiğitler
İnancın emeğin / ve aşk’ın
Kılcal damarlarına ulanıp sustular...
Ve ne Bağdat’tan
Ne Şam’dan
Ne Mekke’den
Ne Diyarbakır’dan
Ne İstanbul’dan
Ne Buhara’dan
Bunca telefon direğine rağmen kimse kimseyi
Duymuyor
…”
Eskiler “sağır sultan duysun” derlermiş. Olan bitenleri dünya duymuyor ve görmüyor. Oysa duyacakları zaman duyuyorlar ve görüyorlar. Avrupa’nın ortasında Bosnalı Müslümanlar toplu mezarlara diri diri gömülürken görmediler. Mısır, Suriye, Libya, Irak, Afganistan, Afrika göz göre göre yarım yüzyıldır sürüp gelen Filistin’de yapılanları dünya âlem bilse de görmeyince görmüyorlar. Acı sürüyor ve büyüyor.
Biliyoruz ki bir gün güneş mazlum milletlerden, topluluklardan yana doğacak. Boynuzlu koyun boynuzsuz koyundan öcünü, hakkını alacak. Ancak Burhan Felek’in yaptığına benziyor içinde bulunduğumuz durum; “Konsolos acı acı gülüyor, hafiften kendi kendine söyleniyordu.”
İnsan ömrünü özetler gibi özetliyor Orhan Veli Kanık “Daha böyle acı tatlı neler oldu bir yıl içinde.” İnsan nerede durduğunu, nereden hayata baktığına, neleri görüp görmediğine dikkat etmelidir. Acıların yok edildiği bir dönem için, insanlar öncelikle kendileriyle tanış olmalıdır. Acıdan vaz geçmenin bir diğer yoluysa kalbiyle buluşmalı, aklıyla kalbini ve gönlünü birleştirmelidir ki tebessüm edebilsin ve böylece acı azalsın.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.