YÖK Başkanının Hayali
YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan, Perşembe günkü ÜAK toplantısını açış konuşmasına Martin Luther King'in Amerikan toplumu için ideallerini sıraladığı ve "I Have I dream" diye başlayan meşhur konuşmasına atıfla "benim de bir hayalim var" diyerek başladı. Başkanın hayali tabii ki "yükseköğretim sistemimiz ile ilgili olarak gerçekleşmesini çok arzu ettiği noktalar" ile ilgiliydi, başkan bu noktaları 9 madde halinde sıraladı.
Birinci maddesi Yüksek öğrenim hakkını kullanmak isteyen herkese yükseköğretim kurumlarında yer bulmak. 1.2 milyondan fazla lise mezununa yer bulma hedefini gözüne kestirmiş Başkan. 730 bin lise mezununu yerleştirmenin zor olmadığını söylüyor, yeter ki Yüksek Öğretim yönetimi kafayı bazı ideolojik ve siyasi konulara değil de bu asli işine çalıştırsın. Nitekim bu sene mevcut altyapıya hiçbir ekleme yapmaksızın yüzde otuzluk bir kontenjan artırımı gerçekleştirildi. Sonuçta 637 bin kişi örgün eğitime yerleştirildi.
Birçok üniversitede veya fakültede öğretim üyelerinin asli görevlerinin öğrenci yetiştirmek olduğu ihmal edilmektedir. Özellikle tıp fakültelerinde hocaların, öğrenci yetiştirmeyi ikincil bir uğraş gibi algıladıkları bir sistem oturmuş durumda. O yüzden tıp fakültesi ve hoca sayısı neredeyse aşırı derecede artmış olduğu halde öğrenci sayısında hiçbir artışın kaydedilmediği garip bir durum ortaya çıkmış.
Başkanın konuşmasında bahsettiği ikinci hayali üniversitelerin ihtiyacı olan öğretim üyelerini karşılamak ve öğretim üyesi yetiştirmek konusunda vakıf üniversiteleri de dâhil olmak üzere bütün üniversiteleri büyük bir gayret içerisinde görmektir. Bunu sağlamak için teşvik mekanizmaları üzerinde çalışılmaktaymış.
Üçüncüsü, yeni kurulan üniversitelerin derhal yapılandırılması ve öğretime başlaması, daha eski olanların da sağlıklı bir şekilde büyümelerine devam etmesi.
Dördüncüsü, Erasmus'a benzeyen ama Ulusal düzeyde çalışan bir Değişim Programının başlatılması. Bu konuda başlatılmış olan taslak çalışmalar da devam ediyor.
Uzaktan eğitimin yaygınlaştırılması; gençlerden başlamak üzere öğretim üye ve elemanlarının yurtdışına gönderilmesi; performansa dayalı ödül sisteminin başlatılması, bilimsel yayın, patent ve teknoloji geliştirmeye katkıda bulunulması; ISI indeksinde 19. sıradan 15. sıraya yükselmek ve genel olarak üniversite öğretiminin kalitesinin arttırılması ve bütün bu gelişmeleri sağlayacak öğretim üye ve elemanlarının özlük haklarının çok daha üst seviyelere getirilmesi; Başkanın yükseköğretimle ilgili diğer hayalleri.
YÖK başkanı ve ekibi bütün mesailerini üniversitelerin performans ve kalitelerinin artırılması, ayrıca eğitim hizmetinin ülkenin bütün vatandaşlarına mümkün mertebe eşit bir biçimde ulaştırılmasına yoğunlaştırmış durumdalar. Bu konuda önceki yönetimlerle kıyaslanamayacak bir yaklaşım farkı ortaya koyuyorlar.
Eğitimin daha fazla insana ulaştırılması aslında bütün çağdaş ülkelerde benimsenen, "malumun ilamı" kabilinden basit bir yükseköğretim stratejisidir. Ama bu en basit malum stratejiden önceki yönetimler fersah fersah uzaktaydılar. Her biri yıllarca rektörlük ve sair yöneticili deneyimine sahip olmakla övünen Gürüz ve Teziç döneminde eğitim stratejisi mümkün mertebe sayıyı sabitlemek ve hatta mevcut hizmet sunumunda da bazı ayrıcalıklar oluşturma mantığına dayanıyordu Katsayı sistemi dolayısıyla eğitim birimlerini hiçbir geçişin yaşanamadığı küçücük adacıklara, daracık hapishanelere dönüştürdüler. Halen etkili olan bu sisteme göre ortaokulda hangi eğitimi almaya başlamışsa bir öğrenci, ömür boyu o tercihe mahkum ediliyor. Sayısal alanda başlamış da sonradan edebiyata merak salmış bir öğrencinin lisenin herhangi bir sınıfından itibaren edebiyat alanına geçme şansı yok mesela. Son derece ilkel, seçme özgürlüğünden ziyade kaderciliği daha fazla pekiştiren ve dünyanın gelişmiş hiçbir yerinde de örneği olmayan bir sistem bu.
Bu sistemdeki çarpıklığı fark etmek için yıllarca rektörlük yapmış biri olmak değil ortaokuldan mezun olmuş, lisede bir iki yıl okumuş olmak bile yetiyor. Bizim eski YÖK başkanlarımız her nasılsa bu çarpıklığı göremediler, daha doğrusu gördükleri halde anlayışları tamamen farklı olduğu için ortaya bu kısır sistemi çıkarabildiler.
Prof. Özcan başkanlığa atandığında onun rektörlük veya yöneticilik deneyimine sahip olmaması çok dile getirildi. Bir defa o deneyime sahip olanların başkanlık performanslarındaki düşüklük bugün çok daha iyi anlaşılıyor, ikincisi Yükseköğretimin meseleleri şimdiye kadar zaten bilimsel olmaktan ziyade hep sadece siyasi düzeyde ele alınmıştır.
Gürüz ve Teziç YÖK'e başkanlık yaparken kendi bilim adamlığı müktesebatlarına hiç müracaat etmediler ki. Aksine hep siyasi yanlarıyla önplana çıktılar ve hiçbir zaman herkesin eğitim göreceği bir ülke hayali kurmadılar. Hatta onlar sadece bazılarının okuyamayacağı, hatta hayat hakkına bile sahip olamayacakları bir ülke hayalini kurmaktan, bu haylin propagandasını da yamaktan bile çekinmediler.
Oysa şimdi YÖK'te bir başkan var ve diyor ki: "bir hayalim var!" Sonra diyor ki: "Üniversiteler sadece esas işleri olan bilimsel çalışmalarla uğraşmalı ve ülkenin sorunlarına çözüm getirecek açılımları hedeflemelidirler"
Bu hayal bizi de heyecanlandırmıyor değil yani.