İmam’ın Kırkı
ugünlerde imamların kimi siyasete girip çıkmayı, parti değiştirmeyi, o liderden bu lidere temenna eylemeyi meşru saymışlar, murtaza vasfetmişler, musahhar addetmişler.
Bir önceki liderini göklere çıkarırken, yeni bir vazife tebellür eylemiş, bu defada yerden yere çaldığını göklere uçurmayı marifet saymış.
İmamlar, hatta hiç imamlık bile edemeyen imam hatipliler bürokraside, siyasette, hatta ticarette şu atasözüyle kendilerine makul ötesi inisiyatifler buyurmuşlar. Bazıları da bunu dinin icabı saymışlar:
“Su akarken küpünü dolduracaksın.”
Ben böyle çoook imama tesadüf ettim.
“Hocam sen yaz senaryoyu, ben yazmış gibi takdim edeyim; TRT genel müdürü olayım din-i İslâm’a hizmet edeyim.”
Bunun benzerlerini hatta kitleselleşmiş hallerini KPSS sorularının çalınıp ‘bizim çocuklara’ hizmet ehline, falana filana dağıtıldığında müşahade etmedik mi?
Sonra güya bu kul hakkına karşı çıkma adına bu sefer de en pespayelerin her türlü makama oturtulmaları yarışı başlamadı mı?
Eee böyle olunca ‘ben de imamım, neremde kusur var’ deyû kimi laf cambazı parti liderlerinin gözünü boyayıp vekil meclislerinde keyifle çay kahve höpürdetmedi mi?
Liderin gözünden düşüp içi boş bir çuval muamelesi görünce de karşı partinin liderine yağdanlıklar hazırlamaya girişmediler mi?
Ortada bismillah ile girişilen cazgırlık da olunca hangi lider bu temennadan nasibini alamaz ki?
Cennetin anahtarı her devirde ve her dinî cemaatte iş görür vesselam.
Eskiden bu kadar olmasa da imamların saf değiştirmeleri üstüne edebiyatımızda birçok darbımesel vardır.
Bunlardan birini Ragıp Akyavaş, İmam Kırkı yazısında ne güzel anlatır:
“İstanbul ahalisi kadar soğuktan korkan başka hiçbir kavim yoktur. Sabahleyin yataklarından kalkıp ortalığı beyaz çarşaflara bürünmüş gördüler mi ödleri patlar hepsinin. Ondan sonra başlarlar Erbainleri Hamsinleri saymaya.
Erbain 22 Aralık’tan Ocak ayının 31’inci gününe kadar devam eden kırk günlük müddettir. Ondan sonra devam eden elli güne de Hamsin derler.
İşte bu Erbainlerin ilk gününe eski hemşehrilerimiz ‘imam kırkı’ derlerdi. İmamların karışmadığı şey yok demiştik ya… Demek ki takvime de karışmışlar ve hiç olmazsa ondan bir güncük olsun almışlar.
Geçmiş hayatımızda mahalle imamlarının haricinde bir de imtiyazlı imamlar zümresi vardı. Bunların başında Hünkâr imamları gelirdi. Yalnız bunlar uluorta kimselerden nasbolunmaz, bilakis ilim ve fazilet sahibi ve bilhassa musikiye âşinâ olan zevat arasından seçilirlerdi. Benim yetiştiğim ve ellerini öpüp hayır dualarını aldığım öyle Hünkar imamları vardı ki nezahet ve nezaket sahibi numunesi kamil insanlardı.
…
Laf lazım ya… Benim hoşaf bulaşığı kabilinden de olsa akrabam olan ve şöhreti hâlâ Adliye muhitimizde hürmetle yaşayan Abdurrahman Paşa merhumun yalısına bilhassa Ramazan aylarında iftara gidip geldiğimizden bilirim. Onun da bir Ramazan imamı vardı. Yalıda Arap lahni (nağmesi) üzere teravih kıldırırdı. Ne fiyakalı imamdı! Tabiî fiyakalı olacak. İmam-ı Hazreti Vezir bu… Şakaya gelmez. O mübarek aylarda oruç keyfi ile çarşı pazarda sülünler gibi öyle bir süzüm süzüm süzülürdü ki, sofu Beşiktaş hatunlarını yakar, geçerdi. Ve eğer inanmak lazımsa Peygamber soyundan olduğunu göstermek için Mekke sarığı ile gezer ve mübarek eli Hasan Paşa simidi gibi kapışılırdı. Kadınlar imamın sürmeli gözlerine, sofular da burmalı sarığına hayrandı. Gel zaman git zaman, imam efendinin cezbesi tuttu, Beşiktaş kıyılarından bir solukta karşı sahillere öyle bir sıçrayış sıçradı ki, hani Harbiye’nin kıymetli Hüsameddin Hocası’nın yetiştirdiği o çelik yapılı talebeleri bile böyle bir sıçrayışa kalkışsalar Kızkulesi’ne varmadan nefesleri kesilirdi çocukların!...
Ama gelgelelim bizim imam atladı alimallah!... Ne de olsa din kuvveti var adamda! Kırkbir buçuk kere maşallah… Ve hem de mebus da oldu idi!... Ona da bir o kadar maşallah… Sonra da dünyasını değiştirdi. Ona da Allah rahmet eylesin. İstanbul ağzı bir söz vardır: “İmam feneri döndükçe döner” derler. O da dönmüştü. Hem de öylesine bir dönüş ki arkasında yüz elli rekat namaz kıldığım halde ben bile gördüğüm zaman tanıyamadım onu!...
Yirmi beş sene oluyor, belki de daha ziyade. O vaktin zamanında yeni yeni palazlanmaya başlayan, toprağı bol olsun, Baba Karpiç’de garsona eski alışkanlıkla öyle bir tecvitli “viski” deyişi vardı ki haniya, şu Kaliforniya Üniversitesi’nden dönüp gelen gençler bile ağızlarını öyle Amerikanvârî eğip bükmezler. Ne denir, at binene, kılıç kuşanana yaraşırmış!”
Tarih Meşheri’nde Ragıp Akyavaş böyle bildiriyor.*
Ne diyelim biz de…
Huylu huyundan vaz geçmez.
Tevcitli hitabete alışmış imam teravih kıldırırken de viski sipariş ederken de dudak bükmelerini, geniz hoplatmalarını alışkanlık gereği değiştiremez.
Su akarken küpü doldurmak lazım hocam…
Ne olur ne olmaz.
Maazallah kıyamet kopabilir…
* Ragıp Akyavaş, Tarih Meşheri, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2007, s.137
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.