Çanakkale, Zafere Mündemiç Rabbanî Bir İkaz
Rahmetli dedem anasının karnındayken seferberlik ilan edilir. Köydeki diğer gençlerle beraber babası da orduya asker yazılır ve Çanakkale cephesine yollanır.
Niğde - Ulukışla yöresinden toplanan askerlerin çoğu en kanlı çarpışmaların yapıldığı Kerevizdere Muharebelerine katılır, dedemin babası da o muharebelerde şehid düşer. Yani rahmetli dedem babasını hiç görememiştir. Keza babası da doğacak çocuğunu öpüp koklayamadan bu dünyadan göçmüştür.
Dedeme, babasının ismi olan Mustafa adını koyarlar. Bizim ailemizin başından geçen bu hadise bir yerde o dönemin hikâyesi gibidir. Yaklaşık bir asır öncesine gittiğimizde Anadolu’da şehid vermeyen ev yok gibidir.
Rabbimiz, Kur’ân - vatan uğruna şehadet şerbetini içen mukaddes ecdadımıza lâyık ameller yapabilmeyi nasip eylesin, onların ruhunu şad etmeye bizleri vesile kılsın.
Çanakkale’ye dair çok şey söylendi ve söylenmeye devam ediyor. Bizim gayemiz söylenenleri tekrarlamaktan ziyade “Bu zaferden hissemize düşen pay nedir, Çanakkale’yi yaşamamızdaki murad-ı ilahi acaba ne olabilir?” suallerine cevap aramak olacaktır.
1- Harplerden evvel terakki yarışında yenildik
Lale Devri, Tanzimat - Islahat Fermanları, Kanun-i Esasî, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrimleri ile devam eden süreçte dünyanın geçirdiği değişim iyi okunamamış ve çağın gerisinde kalınmıştır.
Türkiye’nin söz konusu dönemde ihtiyacı olan Sanayi hamlesine girişilmemiş; fabrikalaşmak, üretimi artırmak, tekniği geliştirmek icap ederken, fuzulî içtimaî yönetim tanzimleri ile gündem meşgul edilmiştir.
Dönemin devlet adamları, Batı Emperyalizmasının siyasî-askerî-iktisadî baskısından kurtulmanın yolunun anayasa yapmak, birtakım içtimaî devrimlerde bulunmaktan geçtiğini düşünmüşlerdir.
Sarığımızı çıkarıp başımıza fesi geçirdiğimiz zaman felaha ereceğimizi zanneden zihniyetle, fesi çıkarıp şapkayı takınca “muasır”(!) olacağımızı iddia edenler aynı sakat anlayışa sahip güruhlardır.
Yeni bir ferman yayınlamakla, yeni anayasa yapmakla her şeyin değişeceğini düşünenler de aynı zihnî arızaya sahiptir. Anayasaların değişmesi cemiyetin değişmesine sebep değildir. Bilakis bir cemiyetin düzelmesinin neticesinde bu, anayasa ve kanunlara sirayet eder.
Terakki yarışına 1800’lerde dâhil olan Japonya 1905’de dünyanın en kudretli devletlerinden Rus Çarlığını ağır bir bozguna uğratacak seviyeye erişmişken, aynı tarihlerde Türkiye, Balkan Harbinde yeni müstakil olmuş eski eyaletlerine yenilmişti.
Şayet biz de Japonya gibi ağır sanayi hamlesini başlatabilseydik, Balkanlarda, Trablusgarb’da, Cihan Harbinde ve İstiklâl Harbinde bu kadar büyük felaket yaşamazdık. Bizim idarecilerimiz bunu göremediler, görenler olduysa da gidişata tesir edemediler.
2- Çanakkale terakkiyattan uzak kalmamızın neticesinde bir ikazdır
Cihan Harbinin cereyan ettiği sıralarda İslâm âlemini temsil eden tek ülke vardır o da Türkiye’dir. Hududlarımız dâhilindeki Harameyn-i şerif nasıl İslâm âleminin manevî merkezi ise, payitaht İstanbul da bütün Müslümanların siyasî kıblegâhıydı.
Çanakkale ile düşman İslâm âleminin idare merkezini, İslâm halifeliğinin baş şehrini ele geçirerek bütün Müslümanları saf dışı bırakma cüretini göstermiştir. Burası çok mühimdir.
Bizim şu sualin cevabını aramamız gerekir: Düşman bu cüreti nasıl gösterebilmiştir? Düşmanın en ileri olduğu teknik sahada Türkiye’nin en gerilerde olması düşmana bu cesareti vermiştir.
400 parça gemiden müteşekkil dünyanın o vakte kadar gördüğü en büyük donanma ve binlerce kilometre mesafeden getirilen yarım milyon askerden müteşekkil devasa bir kuvvet.. Türkiye cenahına baktığımızda ise yarım milyon askerden oluşan, insan gücüne dayanan bir kara ordusu ve birkaç parça gemiden meydana gelen, Gazi Nusrat hariç tesiri olmayan deniz gücü.
Savaşta, uzun menzilli toplara sahip İngiliz zırhlılarının karşısına Almanlardan aldığımız daha kısa menzilli kara topları ile çıktık. Haçlı gemileri bizim topların menziline girene kadar teknik üstünlüklerini kullanarak çoğu bataryamızı kullanılamaz hale getirdiler.
Burada şu suali kendimize sorarak derin derin tefekkür edelim: “Şahi” isimli dönemin en kudretli topunu icat ederek İstanbul’u fetheden Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın torunları nasıl olur da yaklaşık beş asır sonra vuku bulan bir harpte düşmanın karşısına daha kısa menzilli ve Almanlardan gelen toplarla çıkabilir?
Mütefekkir İsmet Akçal, “Şahi” topunun geliştirilmesi ve bu topun iyice kemâle erdirilerek füze sistemlerinin Müslüman Türkler tarafından yapılması gerektiğinin altını çizmektedir. Ne yazık ki “Şahi” topu böylesi bir terakki seyrinin ilk nüvesi olması gerekirken ilk haliyle kalmış, tekâmül ettirilmemiştir.
Teknik terakkiyi gerçekleştirebilseydik İngilizlerin İstanbul’u işgal etmek için Çanakkale Boğazına harekât düzenlemesine izin vermez, asıl biz Manş denizinden Londra’ya hücum edebilecek seviyeye gelirdik.
Fâtih dedemizin idrakimizin ötesindeki büyüklüğünü iyi tespit edebilmemiz gerekir. Hazret-i Fâtih’in beş asır evvel “Şahi” topunu geliştirmesi, 20.asırda atom bombasının bulunması mesabesinde büyük bir icattır.
“Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtınu”, “Allah en evveldir ve en ahir-sonsuzdur, hem zahirdir ve hem en bâtındır.” (HADÎD-3) Mütefekkir İsmet Akçal bu âyete vurgu yaparak şöyle söyler: “Yalnız zahiri alıp bâtını almayan, Allah’ın bâtınından mahrum kalır. Yalnız bâtını alıp zahiri almayan da Allah’ın zahirinden mahrum kalır.”
Çağ kapayıp çağ açan Fâtih dedemiz, garbı uyandırıp aydınlatan İslâm âlimleri zahir-bâtın dengesini kurarak iki sahada da derinleşmişlerdir. Sonraki süreçte Müslümanlar zahire istiâb etme gayretinden uzaklaşarak bu alanı tamamiyle kefereye bırakmışlardır. Zahirî terakkiyata karşı bigânelik günümüzde de devam etmektedir.
Ruslar Hazar’daki gemilerinden ateşledikleri balistik füzelerle binlerce kilometre uzaklıkta Suriye’deki camileri vururken biz daha 100 kilometreyi aşan füzeleri yeni yapıyoruz.
3- Müslümanlar Enfal-60’ın emrine kulak vermelidir
“Ey ehl-i iman!
Kâfirlerle muharebede esbap (sebepler,araçlar) ve âlât-ı harbî (savaş aletleri) ve bilhassa zamanın icabına göre muktedir olduğunuz kadar kuvvet ve silahınızı hazırlayın ve mümkün olursa evinizde harbe gitmek için birer de at bağlayın ki, Allah’ın ve sizin açıktan düşmanlarınızı hazırlığınızla korkutasınız ve açık düşmanlarınızdan başka adavetini (düşmanlığını) saklayan birtakım gizli düşmanlarınız da vardır ki onları siz bilmezsiniz, Allahü Teâlâ bilir ve onlar etrafınızda size itaatli gibi görünürlerse de daima size adavetlerini gizler münafıklardır. Şu ihzaratınızla (hazırlıklarınızla) onları da korkutursunuz.” (Hulâsat-ul Beyan Tefsiri, Cilt 5, shf. 1920)
Bu âyetten anladığımız Müslümanların din-i Mübin-i İslâm’ı muhafaza için zamanın silahlariyle silahlanması gerektiğidir. Keferede ne varsa daha fazlası Müslümanda olmalıdır ki, herhangi bir saldırıya maruz kalmasın.
Enfal-60’dan Türkiye’nin atom bombasına sahip olması gerektiğini de anlamaktayız. Yine kefereye ve içimizdeki münafıklara korku salınması gerektiği de âyetin lafzından anlaşılmaktadır.
Müslüman Türk bu hususlarda akıllı olmalı ve şu veciz kelamı aklından çıkarmamalıdır: “Hazır ol cenge eğer ister isen sulh u salah.”
Gayri müslimler imansız oldukları için her türlü vahşeti sergileme potansiyeline sahiptir. Çünkü insanı hayvanileşmeden muhafaza eden imandır. İmansız biri bedenen insan özelliklerine sahip olsa da beşeriyetten, insaniyetten, insanlıktan fersah fersah uzaktır.
Batılılar yakın zamana kadar kendi aralarında yaptıkları savaşlarda dahi bu vahşetlerini göstermişlerdir. Söz konusu Müslümanlar olduğu takdirde çok daha feci bir şekilde katliamlar yapmaktadırlar. Aynı şey Çinliler ve diğer gayri müslimler için de mevzuu bahistir.
Akıbetimizin emniyette olmasını istiyorsa Enfal-60’ın emrine kulak vermeliyiz. Bunun yanında, “İlim öğrenmek kadın-erkek her Müslümana farzdır; Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz; İki günü eşit olan ziyandadır” hadîs-i şeriflerinin icabına göre hareket ederek zahirî ve manevî ilme ehemmiyet vermeli ve her iki alanda da terakki etmeliyiz. Bu âyet ve hadîslerin ışığında terakki yarışını aksiyon haline getirerek Türk milletine, İslâm ümmetine mal etmeliyiz.
Âsım’ın Nesli cepheden cepheye koştu, vatan coğrafyasını kanlariyle sulayarak bu topraklara hayat verdi.
Âsım’ın Neslinin bir asır sonraki tilmizleri olan yeni Müslüman Türk Gençliği ecdadının cephede verdiği mücadeleyi ilimde, irfanda, san’atta, siyasette, ticarette, iktisadî, içtimaî her alanda devam ettirecektir.
Gelibolu’da, Sakarya’da, Kut’ul Amare’de, Medine-i Münevvere’de ve daha nice yerlerde çarpışarak şehid düşen, gazi olan dedelerimizin hem intikamlarını alacağız hem de onların mücadelesini yapacağımız hayırhah icraatlerle taçlandıracağız.
Bu asırda Moskova, Londra, Vaşington, Paris, Pekin, Berlin, Roma vs. sükût edecek, dünyada İslâm’ın gür sadâsı yankılanacaktır.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.