İsrail'de din, devlet ve toplum
İsrail'de din, devlet ve toplumun kendine özgü bir kompozisyonu var. Bu kesin… İster sosyolojik açıdan isterse siyaset bilimi açısından bakılsın, yaşadığımız dünyanın modernliği, sekülerleşmesi veya laikliği ile ilgili mülahazalar İsrail'e de mutlaka özel bir yer ayırmak zorundadır.
Ancak bu yeri ayırırken ister devletin laikliğini ister toplumun sekülerleşme düzeyini, isterse de genel olarak toplumun modernliğini tespit etmek için görece özel ölçüler kullanmaları gerekiyor. çünkü İsrail örneği dindarlığın, milliyetçiliğin ve laikliğin tanımının özel bir bileşimine imkân tanıyor. Sonuçta modernleşme ile sekülerleşme arasında doğrusal bir ilişkinin kurulduğu geçtiğimiz yüzyılda kurulan İsrail devleti, Yahudilere yönelik Avrupa'da uygulanan soykırım ve türlü baskıların arkasından kurulmuşsa da, hatta ilk zamanlarda kendilerini laik olarak niteleyen Siyonist hareketin öncülüğünde kurulmuşsa da varlık sebebi dinden hiçbir şekilde ayrıştırılamayan bir sürecin sonucu olmuştur.
Kısacası laiklik ve İsrail devletinin resmi ideolojisi olan Siyonizm kavram olarak ancak büyük bir zorlama ile bir araya gelebilecek kavramlardır. Dinin değil bu kadarlık, bunun çok az miktarının dahli bile Türkiye'de okuduğumuz laiklik derslerinin tamamını alt üst etmeye yeter de artar bile. özellikle “kamusal alan” kavramının Fransa'nın ve Türkiye'nin laiklik tartışmaları içinde nasıl bir hal aldığı göz önünde bulundurulduğunda İsrail'deki durumun yine de laiklik olarak nitelenmesi bir hayli şaşırtıcı gelebilir.
Geçtiğimiz hafta bir İsrail gezisi dolayısıyla yazdığım iki yazıdan sonra konuyu daha akademik bir düzeyde ele almak üzere noktalamıştım. Ancak o iki yazı üzerine aldığım bazı tepkiler üzerine bugün de bu konuda yazmaya devam ediyorum. Geçtiğimiz hafta Denis Ojalvo'nun konuyla ilgili eleştirilerine yer vermiştik. Cevap hakkına saygı çerçevesinde eleştirilerine yer vermemizi isteyen İsrail İstanbul Başkonsolosluğu da özellikle kamusal alanda dinin kurallarının geçerliliği ile ilgili söylediklerime şu sözlerle itiraz etmiş.
“Bugün İsrail toplumunun sadece % 20'lik kesimi kendisini dindar olarak tanımlamakta ve yaşamaktadır. Toplumun % 80'ni kendisini laik olarak tanımlarken, İsrail'de kamu alanında çalışan erkeklerin çoğunluğunun kipa ya da dinsel kıyafetler giydiği ve evli kadınların önemli bir bölümünün ise türban taktıkları gerçeği yansıtmamaktadır. Dolayısıyla, amacı Yahudi dininin ilkelerini temel alan bilim adamları yetiştirmek olan ve bu yönüyle İsrail'deki dini hassasiyetleri olan tek üniversite olan Bar İlan üniversitesini inceleyerek İsrail hakkında yapılan bir genelleme resmin bütününü yansıtmayacaktır.”
Doğrusu bir kültürel ve toplumsal karşılaştırma çerçevesinde İsrail ile Türkiye arasındaki bariz farkı gezdiğimiz dört gün boyunca rahatlıkla gördük. Sadece Bar Ilan üniversitesindeki değil, gezdiğimiz birçok alandaki çıplak gözlemlerimize dayanıyordu söylediklerimiz. Ayrıca İsrail'in kamusal alanında veya devletin misyonunda dinin belirleyici bir etkisi olduğu tespiti İsrail toplumunu aşağılamayı veya hatta eleştirmeyi hedefleyen bir tespit olarak sunulmuş değildir. Aksine bu tam da İsrail gerçeğinin yaşadığımız dünya içindeki yerini anlamaya bizi biraz daha fazla yaklaştıracak bir tespittir. Doğrusu sadece oradaki dinlediklerimize bağlı kalmasak da tespitlerimizin büyük kısmını katıldığımız toplantıda dinlediklerimizle de birleştirmeye çalıştık.
İnsanların kendilerini laik veya dindar olarak değerlendirmeleri, yani insanların kendileri hakkındaki tanımları tabii ki birinci derecede dikkate alınır, ancak bir sosyal bilimcinin konuştuğu insanların kullandıkları kavramlardan ne anladıkları, örneğin dindar olmaktan veya laik olmaktan ne anladıkları konusunda da bir tespit hakkı vardır. Türkiye'nin hâlihazırda konuşmakta olduğu siyasal dile çevirdiğimiz zaman, örneğin, İsrail'de kendilerine laik diyen % 80'in büyük çoğunluğunun pek de laik sayılmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hiç kuşkusuz konu sadece kipa giyiyor olup olmamakla da ilgili değil. Gerçek laikliğin veya gerçek dindarlığın ne olduğunun bir tespitiyle de hiç ilgili değil.
İsrail Başkonsolosluğunun itiraz ettiği diğer bir husus da Mescid-i Aksa ile ilgili kazı çalışmalarında İsrail'in niyeti ile ilgili söylediklerim. Açıklamada “UNESCO ve Türk heyetlerinin bu konudaki incelemelerine referansla kazı çalışmalarının bir risk oluşturmadığının anlaşıldığı” belirtilmektedir.
Ancak hem bana gönderdikleri UNESCO'nun raporunda hem de Türk heyetinin raporunda kazı çalışmalarının tamamen sorunsuz olmadığı açıkça ifade ediliyor. Sonuçta her iki rapor teknik olarak iki tarafın görüşlerine yer veriyor, ancak niyetlerle ilgili bir güvensizlik alanına da açıkça işaret ediliyor. Yerimiz kalmadığı için detaylarına giremiyoruz, ancak özellikle Müslüman tarafın, işgal altında tuttuğu Kudüs'te İsrail'in bu düzeydeki bir tasarrufunun meşruiyetini nereden aldığı sorusu raporlarla açıklanabilecek bir soru gibi görünmüyor.