Nefret sarmalında başörtüsü yasağı

Nefret sarmalında başörtüsü yasağı

Anayasa Mahkemesi Anayasa'nın 10. ve 42. Maddelerinin değişikliğiyle ilgili olarak 139 gün önce vermiş olduğu iptal kararına nihayet bir gerekçe açıklayabildi. Açıkladığı gerekçenin içeriğinin ne olduğu aslında hiç önemli değil. Herkesin neredeyse mutabık olduğu algı, mahkemenin önceden ilan etmiş olduğu kararına bunca zaman bir gerekçe uydurmaya çalışmış olduğudur. Verilen kararın akla, hukuka, vicdana aykırılığı, ona bir gerekçe bulmakta doğal olarak epey zorlamış olmalı.

Mahkemenin gerekçeli kararı, beklendiği gibi her tarafından dökülen bir kararı hukuk ve laiklik çerçevesinin içine sığdırmaya çalışmış, ancak yine beklendiği gibi uydurulan kılıf da her tarafından patlak vermiştir. Ancak "usulden" görüşebileceği Anayasa'da açıkça yazılı olan Anayasa değişikliğini "esastan" görüşmeye girişerek sadece Meclis'in yetkilerini aşmakla kalmamış, aynı zamanda kendisine Anayasa'ya bağımlı olmayan bir rol ve yetki alanı da çizmiştir. Gücünü ve yetkisini Anayasa'dan veya herhangi bir yasadan almayan bir organ olarak fiili durum yaratmak suretiyle ülkenin hukuk kimyasını tahrip edici bir müdahalede bulunmuştur.

AYM'nin bu kararı üzerine birkaç gündür belki de söylenmesi gereken her şey söylendi. Tekrar tekrar altı çizilmesi gereken bir konu şudur ki, AYM, Türkiye'de pozitif, tarafsız laik hukuku değil çok dar bir kesimin ideolojik çıkar ve niyetlerini temsil eden bir organ gibi çalışmaktadır.

Bir organ olarak kendisine Anayasa'da ayrılan yerle sınırlı kaldığı sürece tabii ki, kararlarına herkesin saygı duyması ve uyması gerekir, ancak bunun için ortaya koyduğu kararların saygı uyandırması da gerekir. Oysa mahkemenin epey zamandır verdiği kararlar toplumun geniş kesimlerinde hiçbir saygı uyandırmıyor, adalet duygusunu tatmin etmiyor.

Gerekçeli karara hâkim olan dil farklı ve dinamik kesimleri olan bir toplum algısına sahip olmaktan alabildiğine uzak bir yaklaşım sergiliyor. Evrensel bir hukuk mantığından ziyade dar bir devlet ideolojisi adına hareket ediyor.

AYM laikliği koruma güdüsüyle hareket ettiğini düşünüyor, oysa temsil ettiği laiklik anlayışının hiçbir kitapta yeri yok. Toplumda bir barış tesis etmekten ziyade, zaten yeterince var olan ayrılıkları daha da fazla derinleştirmeye ve germeye yarayan bir laiklik anlayışı bir nefret duygusunun basit ama tehlikeli bir aracına dönüşmüş durumdadır. Bir toplumda hukuk sorunları çözmek, toplumsal barışı tesis etmek, toplumla devlet arasındaki sözleşmeyi pekiştirmekten ziyade bütün sorunları daha fazla derinleştirmek, toplumsal barışı tahrip etmek ve devlet ile toplum arasındaki sözleşmeyi içinden çıkılmaz hale getirmeye yol açıyorsa, miadını bir hayli doldurmuş demektir.

Tuhaf olan (sayısız) noktalardan biri de, 10. ve 42. Maddede öngörülen değişikliler devletin yaklaşımında eşitsizliği ihlal edebilecek her türlü ihtimali yok etme adına yapıldığı halde, Mahkemenin CHP ve DSP'nin talebiyle verdiği iptal kararının "eşitlik" ilkesine karşı işlemiş olmasıdır. Mahkeme CHP ve DSP'nin talebiyle, yani en temel ilkesi "cumhuriyet" ve "eşitlik" ilkesinin gerçekleşmesi olması beklenen demokratik sol partilerin talebiyle, "eğitim hakkından eşit olarak yararlanma hakkının temin edilmesi" girişimini reddetmiştir. Bundan daha tuhaf bir durum olabilir mi?

Bu kadar tuhaflığa olsa olsa "çarpılma" denir.

Daha tuhaf olanı "sol adına birazcık bir iddiaları kalmışsa bile" ne CHP ne de DSP'nin bu çarpılmışlığın farkında bile olmaması, hatta bunda bir mutluluk vesilesi bulmaları. Sahi CHP ve DSP bu toplumda ne işe yarıyorlar? Eşitlik adına atılmış nadir adımlardan birini bile kösteklemekte sergiledikleri bu işgüzarlık onları nereden getirir, nereye götürür?

Kendi ilkelerini bile bu kadar gözü kara bir biçimde ihlal etmelerine yol açan bir "nefret sarmalına" yakalanmış oldukları çok açıktır. Aslında bu nefret sarmalına yakalanmış olanların siyaset yapmaları bile mümkün değildir, çünkü siyasetin "öteki" tarafları nefretin nesnesi olduğu sürece onlarla çözülecek hiçbir sorun yoktur. "onlar" ancak imha edilebilecek düşmanlardır. Farklı unsurların birbirlerini ezme ihtimaline karşı bir güvence olarak düşünülmüş olan laiklik ilkesi bir anda bir tarafın diğerlerine karşı "soykırımını" motive eden bir ideolojiye dönüşmüş olabiliyor.

Toplumsal farklılığı böyle bir hıncın alanında karşılamak kadar tehlikeli bir şey yoktur ve maalesef bu tehlike yıllardır fiilen hükmünü sürdürmektedir. Karar gerekçesinde başörtülülerin "diğerleri üzerindeki muhtemel baskıları" zikrediliyor ve bu "muhtemel olan"ın yıllardır birileri tarafından başörtülülere bir "kamusal alanda soykırım" gibi fiilen uygulanmakta olduğu pişkince göz ardı ediliyor…

Sahi merak ediyoruz artık, "velev ki" başörtüsünün her tarafı tehlike olsa, bu tehlikenin ihkakı onların şu anda fiilen yapmakta olduklarıyla boy ölçüşebilir mi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi