Bu ‘aidiyet buhranı’, bu ‘resmî ideoloji’yle çöz
Ülkenin Doğu ve Güneydoğusu’nda ve o yöre halkının İstanbul ve diğer şehirlerin varoşlarındaki uzantılarının bulunduğu mahallelerde gerilim tırmandırılıyor..
Şehirler Filistin manzaralarını andırıyor.. Bir farkla ki, orada, bağımsızlığı hiç yaşamamış ve o şartlarda dünyaya gelmiş genç nesil, zorba- siyonist güçlere karşı, dipten gelen bir dalga halinde, en çetin mücadeleleri, ‘intifâze’leri sahnelerken; bizdekiler, neyi-niçin yaptıklarının farkında değiller. 13-14 yaşındaki çocuklar, (hattâ kızçocukları) bile; baba, (hattâ anne) ve ağabeylerinin arka sokaklardan yönlendirmeleriyle hareket ediyorlar ve onlar, çocuklarının bu ‘idman’(!)larını gururla seyrediyorlar.. Mal-mülk ateşe veriliyor, tahrib ediliyor, çılgınca.. Gerekçe de, A. Öcalan’a işkence yapıldığı iddiası..
Güvenlik güçleri, ölüme sebebiyet vermemeye olanca dikkati gösteriyorlar. Tahrikçiler ise, sanki, ‘göstericiler arasından bir cenaze olsa..’ der gibi bir beklenti içindeler..
Onlara cenaze kaptırılırsa, hadiselerin kontrolü duygu patlamasıyla daha da zorlaşır.
Bu eylemlerin, şekil değiştirerek ileride daha da yaygınlaşması ihtimali var..
Açık söyleyelim, asıl şeytanî plan, ‘türk-kürd kapışması’dır.. Bu saldırılarla toplumun bir kesimi diğerinden rûhen koparılmak isteniyor; bir ‘kimlik ve aidiyet buhranı’ tezgahlanıyor.
Bir taraf, ‘ben sizden değilim, benim etnik kimliğim farklı..’ söylemini geliştirmek için tahrik ediliyor. Karşısında, hem laik/ kemalist rejim var, hem de diğer müslüman halklar..
Rejim, onların farklılığını ‘uniter devlet’ anlayışına aykırı sayıyor.. Halk kitleleri ise, bulanık duygular içinde.. Hem, ‘ben müslümanım, hangi etnik kökten gelirse gelsin, herkes temelde Hz. Âdem’in çocuklarıdır.’ deyip, ‘ben sizden ayrıyım’ diyenlerden kopmak istemiyor; hem de ‘devletin korunması’ adına, kendi inancını dinamitleyerek kurulan ve dizginlemeye güç yetiremediği ‘laik/ kemalist’ rejimin ve onun dayandığı resmî ideolojinin yanında yer alıyor.
Mes’ele, günlük siyaset ve şu veya bu kadronun iktidarda olması değil, rejim mes’elesi..
Hastalığın asıl etkenini tanımadan pansuman tedbirleriyle bir yere varılamaz..
Öcalan’a işkence iddiası bahane.. Ayrıca, ona sahiden de işkence yapılıyor mu? Fizikî işkenceyi, sanmıyorum.. Ama, kişinin hapiste tutulması ve kendisini hapiste hissetmesi bile, başlı başına bir ruhî işkencedir. En aklı başında sayılanlardan Ahmet Türk bile, önce ‘soykırım’ yapıldığı lafı ediyor, sonra bunun ‘fizikî değil, zihnî planda olduğu’ te’vilini yapıyor. Bu işkence iddiaları da öyle olsa gerek..
Hem bu işkence iddiası neye dayanıyor? DTP/ PKK eliyle, masabaşında üretiliyor olmaya..
Kaldı ki, Öcalan’ın dışarıyla irtibatı yok.. Ancak, yakın aile çevresi ve avukatları ziyaret edebiliyor ve askerlerin gözetiminde.. Ve MİT Başkanı bile onunla yıllarca görüşemediğinden yakınmıştı, geçmişte.. O zaman, bu iddia nasıl sözkonusu oluyor? Kaş-göz işaretiyle veya telepati yoluyla mı bildiriliyor.. Ya da, siyaseti yönlendirmek isteyen generaller eliyle mi?
Bu kadar şüpheli iddialara rağmen, akıl ve idraklerini kinlerinin emrine vermiş olan DTP m.vekilleri, kitlelere tahrikçi savaş nutukları çekiyorlar, güç gösterisi yapıyorlar.. Ve belli bir bölgede ‘fiilî bir hâkimiyet’ iddiasında bulunup, kamuoyuna sürekli olarak, kürd halkının ‘TC’ye aid vatandaşlar olmadıkları’ mesajını vermeye çalışıyor ve ‘Başbakan’ın o yörelere sokulmaması gerektiğini’ bile yüksek sesle dillendiriyorlar, kitlelerine..
Bu bakımdan Tayyîb Erdoğan’ın şiddetli çatışmalar ve ölüm tehdidleri arasında da olsa, Tunceli’ye ve diğer yörelere gidip halkın arasına karışması, hem gerekli, hem de güzel..
Laik TC. ‘bölünme ve irtica’ korkusuyla elinde tutuyordu halkı.. Aynı taktiği, kürd halkını elinde tutabilmek için, şimdi de DTP/ PKK kullanıyor.. Gerçekte ise, ne TC’nin türk kavmi ile, ne de PKK’nın kürd kavminin aslî inanç ve hedefleriyle bir ilgisi var..
Öcalan’ın, Tayyîb Erdoğan’ı, tıpkı 28 Şubat mantığıyla, ‘M. Kemal’in cumhuriyetine son verip, tarikat cumhuriyeti kurmak’la suçladığını hatırlayalım..
Bu durum, giderek derinleşen bir sosyal yaradır ve bu büyük sosyal rahatsızlığı, -bu hastalığın aslî âmili / etkeni olan- bu resmî ideoloji ile tedavi etmenin imkansızlığı anlaşılmadıkça ve bu resmî ideoloji bütün kavram ve kurumlarıyla terk edilmedikçe, ‘kan zehirlenmesi’ kaçınılmazdır.. Evet, hastalığın temeli, bu ‘resmî ideoloji’dir; dezenfekte edilecek olan, odur..
Ama, DTP/ PKK de, bu yarayı kaşımayı sürdürecektir.. Çünkü, konunun uluslararası entrikalarla ilişkili yönleri de vardır.. Ne var ki, ilk planda, 4,5 ay sonraki mahallî seçimler hedef alınmıştır.. DTP, Diyarbakır ve diğer belediyeleri elinde tutabilirse, cür’eti; tutamazsa, hırçınlık ve tahribkârlığı daha da artacaktır..
Gerçekte, oyunu asıl oynayanlar ise, Öcalan’ı elinde tutan ve kendilerini teröre karşı verilen mücadelede, Hükûmet’in emrinde bir ‘güvenlik gücü’ gibi değil, adetâ ‘kan dâvalısı’ bir ‘taraf’ ‘ olarak gören generallerdir ve onlar ‘savaş oyunuları’nı sürdürmeye çalışacaklardır.
*‘Brifing’ mi, bir ‘dolaylı kuşatma harekâtı’ mı?
TSK’nın ‘düşman’ ilân ettiklerini, Başbakan’ın ‘düşman’ değil de, ‘kanunlara karşı suçlu duruma düşen vatandaşlar’ olarak nitelemesi, ilginç ve de doğru bir yaklaşım.. Ama, bu bile, rahatsız edici bulundu.. Ve arkasından, ‘teröre karşı mücadelenin TSK elinden alınıp İçişleri Bakanlığı’na verilmesinin kararlaştırılması’ da belli çevrelerde TSK’yı tezyif edici bir durum olarak gösterilmek istendi.. Halbuki, TSK, sınır boylarındaki aslî vazifesine gönderilecek, iç çatışma mekanları ‘özel güvenlik güçleri’ne terk edilecekti.. Ama, herkes gibi, TSK da, yetkilerinin sınırlandırılmasından rahatsızlık duyar.. Böyle bir durumda, Başbakan’ı frenleyebilmek için, Bakanlar Kurulu’na bilgi vermek taktiği ilginç bir manevra mıdır?
Böyle bir sırada, Gen. Kur. Başk.lığı, bir brifing verdi Hükûmet’e, terör konusunda..
‘Brifing’, üst tarafından, asttan istenen ‘bilgilendirme toplantısı’ demektir. Ve Gen. Kur., Başbakan’a bağlı olduğuna göre, Başbakan veya Cumhurbaşkanı bir brifing isteyebilirdi.. Halbuki, açıklandığına göre, brifing vermeyi, Gen. Kur. Başkanı teklif etmiş.. Ve bu, ilk kez oluyor.. Yanlışlık burada.. Ast, üst’e, ‘Gel, seni bilgilendireyim..’ diyemez, diyememelidir..
Kezâ, Meclis Başkanı da bir brifing istese, TSK Meclis’e de hesab verecek midir? O halde, konunun, askerin sivil otoriteye hesab vermesi ötesinde psikolojik unsurları taşımakta..
Yani, böyle bir önerinin Gen. Kur. tarafından gelememesi ve geldiğinde de, Başbakan tarafından kabul edilmemesi gerekirdi.. Unutulmasın, Adnan Menderes de, kendisine en yakın bildiği Edhem Menderes ve Şem’î Ergin gibi en güvendiği ‘Bakan’larının darbecilerle işbirliği yapmasıyla, önce kendi içinden çatlak yemişti..
Bu iyi bir gelişme değildir. Tayyîb Bey çok mâsum gibi gözüken bir kuşatma içine düşebilir..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.