Siyasete “değer” bir şey
Kimlikler siyasal alanda var olmanın en temel nedenlerindendir. Buna mukabil Türkiye'nin siyasal rejimi siyasetin bu en temel düzeyini inkarı üzere kuruludur.
Milletvekilleri belli toplumsal kesimleri değil, hatta münhasıran kendilerini seçen bölgeleri bile temsil etmezler, aksine bütün Türkiye'yi bütün kesimleriyle birlikte, topyekûn temsil etmek gibi bir yükümlülükleri vardır. O yüzden baştan itibaren toplumun farklı kesimlerinin varlığını teorik olarak bile kabul etmeyen bir mantığa teslim edilir siyaset. Üniter devlet ve toplum söylemi toplumu “sınıfsız, imtiyazsız, zümresiz, etnisitesiz bir bütünlük” olarak tahayyül ediyor ve bölgesel, etnik veya dini temsil girişimlerinin bu bütünlüğü zedeleyeceğine kesin gözüyle bakılıyor. O yüzden milletvekillerinin temsil alanı, hiçbir işlevi olmayan bir tür “Türkiye milletvekilliği” olarak formüle edilmiştir.
Resmi söylem bu olsa da siyasal pratik hiçbir zaman bu sınırlara mahkûm kalmamış, siyasal çeşitlenmeler tam da bu etnik, dini veya sair kimlik algılarıyla bütünleşmiştir.
CHP milletvekilleri fiilen hiçbir zaman başını örten dindar Sünni halkı temsil etmemiş aksine temsil ettiği kendi “hususi” halk kitleleri adına diğer halk kitlelerine karşı bir hasmane tutum içinde olmuştur.
Siyaseti belli bir kimlik temelinde yapmanın en uç ama maalesef bugün en yaygın örneklerinden biridir bu. Keza MHP'yi Kürt halkı hiç ilgilendirmemektedir.
DTP'yi ise Kürt halkından başka, hatta bu halkın Kürt milliyetçisi olanlarından başkası hiç ilgilendirmemektedir.
Kimlik siyaseti, siyasalın içindeki en meşru seçeneklerden biri olsa da, onu yüklenen siyasi partilerin genişlemesinin önündeki en doğal sınırı da oluşturuyor. O yüzden Türkiye'de etnik, dinsel, sınıfsal veya sair kimliklere dayalı siyasetler izleyenlerin iktidar olmak gibi bir niyetlerinin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ancak AK Parti de bir kimliğe sahip olmanın önüne doğal olarak koyduğu sınırlara rağmen tek başına iktidar olabilecek bir desteğe ulaşabildi. Bunun bir sebebi temsil ettiği kimlik algısının zaten yeterince büyük bir çoğunluğa ulaşmış olması, bir diğer sebebi de bu “belli belirsiz” kimliğin esnek, empatik ve kapalı olmayan mahiyetidir. AK Parti kimliğinin “muhafazakâr demokrat” konfigürasyonu siyaseti mümkün olan en çok sayıda insanın mutluluğunun temini (tahsilu's-saade) olarak tanımlayan bir referans çerçevesine sahiptir.
Bu, daha öne de belirttiğimiz gibi siyasette herkesin mecbur olmadığı bir etik siyasetidir. Siyasetin en temel düzeyi “biz” ve “onlar” arasındaki bir ayırım çizgisine dayansa da, bir değer için yapılan siyasette bu ayırım çizgisi siyaset için tüketici bir düzey değildir. Siyaset Carl Schmitt'in “dost” ve “düşman” ilişkisine indirgenemez. Kimliksiz siyaset olmaz ama bu, kimliğini evrensel, kuşatıcı değerlere referansla çizmeye engel değildir. İslam'dan bir nebze beslenmiş bir siyaset anlayışı hiç kimseyi mutlak “öteki” olarak görmez; her “öteki”nin kendinde bir varlığı ve bu varlık içinde, yani “dokunulmamış ötekiliği içinde” kendine ait hakları olduğunu bilmeyi gerektirir.
Yaklaşık iki ay kadar önce arkadaşımız Akif Emre'nin arka arkaya yazdığı ve bence yeterince değerlendirilemeyen çok önemli iki yazısına bu bağlamda değinmenin yeridir. AK Parti'nin siyasallığının etik arayış çizgisinden tam da bu “kimlik” çizgisine kayışına bir tehlike olarak işaret ediyordu yazılar. Adını “bizden olanların siyaseti” veya “klan siyaseti” olarak koyduğu bu tehlike, İslami değerleri gözeten adil bir siyaset yerine bir tür Müslüman milliyetçiliğini (Müslümancılık) ikame etmeyi ifade ediyor. Emre'nin ifadeleriyle “'Müslümancılık' tam bu noktada bir klan siyaseti olarak ortaya çıkmaktadır. Kültürel anlamda dini rengin ağır bastığı bir gelenekten beslenen, sosyolojik olarak belli bir ekonomik seviyenin altını temsil eden, merkez dışı toplumsal kesimlerin siyasette konum arayışlarının adıdır. Bunu, ideolojik gerekçelerden çok, dayandıkları toplumsal tabanın çıkarlarını, güç arayışlarını siyasete taşıyan bir iktidar arayışı olarak okumalıdır” (Yeni Şafak, 26 Ağustos)
Kuşkusuz Türkiye'de her siyasi grubun sadece “sadece kendinden olanların çıkarını gütme” gibi bir yaklaşımları olabilir ve bu yaklaşım siyaseten meşrudur da, ama AK Parti'nin zımnen veya açıkça ifade ettiği veya etmediği referansları siyaseti “sadece kendileri için” yapmalarına izin vermiyor.
Türkiye'de yaşanan sert, dışlayıcı, sınıfçı, fiilen kimlikçi laiklik anlayışının yarattığı mağduriyetlere rağmen, hatta bu anlayışa cevap olarak bile, AK Parti'nin siyasal eylem ufku “bizden olanlar”ın ötesine gitmek ve mümkün mertebe herkesin iyiliğini ve mutluluğunu hedeflemek zorundadır.
“Kimlik siyaseti”ne karşı “hizmet siyaseti” konumlandırması bunun kötü bir ifadesi ve siyasetin meşruiyetini yer yer zedeleyen bir ifade, ama bu sakıncası giderilip, bu hedeften izler taşıdığı ölçüde doğru bir formül.
Carl Schmittçi “dost ve düşman ilişkisi” olarak algılanan siyasetin ayaklarını dünyadan kesmek gibi gelebilir, ama zaten siyasete “değer” bir şey varsa bundan başka ne olabilir ki?