Ulus-devlet, mübadele ve tehcir..
Vecdi Gönül'ün Brüksel'de yaptığı konuşma “ulus-devlet ve nüfus mübadelesi” tartışmasını yeniden başlattı.
“Bugün eğer Ege'de Rumlar (yaşamaya) devam etseydi ve Türkiye'nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba (Türkiye) aynı milli devlet olabilir miydi” diye sormuştu Gönül.
Tehcirin ve nüfus mübadelesinin trajik sonuçlar doğurduğu bir gerçek.
Ama tek sorumlu ne Osmanlı, ne de Cumhuriyet idi, daha başka faktörler de vardı sevgili okurlar.
Asıl sebep, Osmanlı'ya emperyalist müdahaleden kaynaklandı arkadaşlar.
Daha 1860'larda Avrupalı elçilerin baskısıyla yabancılara toprak mülkiyeti hakları tanınmıştı.
Böylece Ege ve Çukurova gibi ihracata yönelik tarımsal bölgelerde önemli ölçüde arazi yabancılar tarafından satın alınmıştı.
Sonraları bu araziler Ermeniler ve Rumların eline geçmişti.
Müslüman köylüler fakirleşirken gayrimüslim çiftçiler zenginleşiyordu.
Osmanlı ekonomisini elinde tutan Ermeni ve Rum burjuvazisi uluslar arası kapitalist sistemle siyasi bakımdan da entegre olmuştu.
Sorun şurada ortaya çıktı ..
Avrupa devletlerarası sistemi Osmanlı İmparatorluğunu parçalanmaya mahkum etmişti.
Çağlar Keyder'e göre İmparatorluğun varlığını sürdürme şansı daha yüksek olsaydı, devlet-burjuvazi ilişkisi farklı bir şekilde gelişebilirdi ama hıristiyan burjuvazinin yürüttüğü politika İmparatorluğun parçalanacağı öngörüsü üzerine temellendirildi.
Dolayısıyla Rum ve Ermeni burjuvazisi siyasi amaçlarını Osmanlı bütünü içinde gerçekleştirmek istemedi.
“Türkiye'de devlet ve sınıflar” isimli çalışmasında Keyder şöyle diyor:
“Hıristiyan burjuvazi siyasi amaçlarını Osmanlı bütünü içinde gerçekleştirmeyi istemiş olsaydı, Jöntürkler'in 1908-1918 deneyi, bürokratik reformculuk yerine genç burjuvazinin hakimiyeti altında kapitalist bir devlet kurulmasıyla sonuçlanabilirdi.”
Ne ki devletlerarası sistem Osmanlı bürokrasinin politika oluşturma sürecine müdahalesi hıristiyan azınlıklara verilen ayrıcalıklı statünün güvenceye alınması doğrultusundaydı hep.
Bunun müslüman teba ve bürokrasi nezdinde reflekse yol açtığı açık.
Hıristiyanlar geleceklerini İngiltere, Rusya ve Fransa gibi devletlerin dış politikalarına eklemleyince ara iyice açıldı.
Ermenilerin İngiltere ve Rusya'nın desteğiyle Doğu Anadolu'da Ermeni devleti kurma istemleri, yanı sıra Rumların “Küçük Asya'da Helenizmi yeniden kurma” hülyasıyla Yunan işgalini desteklemeleri, müslüman ve hıristiyan halklar arasındaki kopuşu derinleştirdi.
1909'a kadar gayrimüslimler savaşa bile alınmazken Müslüman nüfusun en genç yüzde yirmi beşi savaşlarda yok olmuştu.
Balkan savaşlarıyla başlayan müslüman göç dalgasının yarattığı travmaları da buna eklemeliyiz.
1911'den itibaren İttihatçıları 'bürokratik merkeziyetçilik' ve “müslüman burjuvazi” kurmaya iten nedenler bunlardı.
İttihatçılar idealist bir saflıkla hıristiyan ve Müslümanların meşruti yönetim altında bir arada yaşayabileceklerini öngörmüşlerdi.
Oysa Hıristiyanlar çoktan kopmuştu Osmanlı'dan.
Şerlok Holmes'un, “İmkansızı çıkardığında elinde kalan şey gerçeklerdir” dediği gibi İttihatçılar da gerçeklerle yüzyüze gelmişlerdi.
Müslüman burjuvazinin güçsüzlüğü, bürokrasinin iktidarını korumasını ve devlet merkezli bir sosyo-ekonomik dönüşümü kontrol etmeye ve yönlendirmeye girişmesini mümkün kıldı.
Milli mücadele sonrasında asker-sivil bürokrasinin “Ulus-devlet” inşasına girişmesinin ve devlet eliyle 'milli burjuvazi' kurma politikalarının temeli böyle atıldı arkadaşlar.
Elbette “Her şey doğru yapıldı “ diyemeyiz.
Ama ezbere konuşmak yerine bütün bu faktörleri işin içine katarak analiz yapmalıyız demek istiyorum.
Aksi takdirde başta “Kürt sorunu” olmak üzere bugünkü sorunlarımıza ilişkin analizlerimizde de çuvallayabiliriz.
Hepimiz aynı gemideyiz..
Geçen “Toplum “S.O.S” veriyor, farkında mıyız?” başlıklı yazımda çocuklara yönelik taciz, tecavüz ve cinayetlerin artmasından büyük bir kaygı duyduğumu dile getirmiştim. Çocuk cinayetlerine yakın akrabaların karışması nedeniyle toplumsal bir çürümeden söz etmiş, başta “Diyanet İşleri” ve “Aile Araştırma Kurumu” olmak üzere hem devlet kuruluşlarının hem de üniversiteler ve basın yayın kuruluşlarının bir “toplumsal durum” değerlendirmesi yapmaları gerektiğini belirtmiştim. Acil olarak “sosyal değerler ve ahlak araştırması” yapılmasını da istemiştim hatırlarsanız. Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürü Doç.Dr. Ayşen Gürcan'dan birazcık da olsa içimi rahatlatan bir not aldım. Gürcan Hanım'ın ilettiği bu notu sizlerle paylaşmak istiyorum sevgili okurlar. “Sayın Muradoğlu, yazınızda dile getirdiğiniz ve kurum olarak bizlere yönlendirdiğiniz mesaja dair sizinle paylaşmak istediklerim var. Son dönemde artan alışılmışın dışında ailede yaşanan cinnet ve şiddet eğilimleri üzerine sadece siz değil hepimiz olayları okuyor görüyoruz. Konu üzerine düşünülmeyecek gibi de değil ve de ne yapılabilir sorusunu çoktan aşmış olarak görüyoruz. Kurum olarak bakanımız Nimet Çubukçu'nun talimatıyla, geçen ay bir girişimde bulunduk, Adalet Bakanlığı'ndan bu konu üzerine istatistik istedik, ayrıca, kurumda alt bir ekip oluşturduk, son iki yılda basında çıkmış bu tür haberlerin arşivini oluşturuyoruz. Bu arşivi aralık ayı içerisinde bir çalıştayla tartışmaya açacağız. Gerekli politikaların oluşturulması için, konu uzmanları ile bir ortak akıl toplantısı düzenleyeceğiz. Ayrıca 2009 yılı bütçesinde yer verilen, 'Aile değerleri indeksi' araştırmasını sahada uygulayacağız, özellikle parametrik değişkenler üzerinden bir ölçek geliştirerek, dönem dönem bu araştırmayı periyodik hale getirmeyi de planlıyoruz, aile değerlerindeki değişimleri yakından takip edebilmek adına. Toplum bizim, sorunları önceden görebilmek özellikle sosyal çöküşün önüne geçebilmek için sizlerin (medyanın) ve ilgili tüm diğer kuruluşların aynı hassasiyeti göstereceğini de düşünüyorum. Saygılarımla..”
Umarım başta medya olmak üzere diğer ilgili kuruluşlar da Ayşen Hanım'ın mesajını dikkate alırlar. Hepimiz aynı gemide yaşıyoruz, bu yüzden el ele vererek bu sorunun üstesinden gelmeliyiz.