Laiklik, dogma ve teokrasi
Geçen Çarşamba star’da yayınlanan ‘Dogmalarla savaşan Atatürk nasıl dogma oldu?’ başlıklı yazım üzerine Radikal gazetesi köşe yazarı Türker Alkan bir eleştiri kaleme aldı. Yazımdaki ‘çoğulculuk’ fikrine katıldı, ama diğer bazı görüşlere karşı çıktı. Seviyeli üslubu için teşekkür ederek ben de birkaç ilave söz edeyim.
Türkiye’de Kemalizm’in bir tür din haline geldiğini artık pek çok insan görüyor ve söylüyor. Ben ise, bunun bazılarının sandığının aksine bir sürpriz olmadığını, geleneksel dinin devlet eliyle toplum yaşamından kazındığı hemen her yerde aynı sonucun ortaya çıktığını söylemiştim. Bitip tükenmek bilmeyen bu ‘din ihtiyacı’nın da insan ruhundaki ‘tapınma eğilimi’ ile ilgili olduğunu belirtmiştim.
Sayın Alkan ise, bu ‘tapınma eğilimi’nin ancak ‘ilkel, geleneksel toplumlar’ için geçerli olacağını söylemiş. Oysa korkarım ‘tapınma’nın anlamını biraz dar tutmuş. Bundan kasıt, sadece bir birtakım totemlerin önünde yere kapanmak değil. Bu, pre-modern devirde böyleydi. Oysa tapınma, insanın kendinden daha büyük, aşkın bir varlığa kendini adaması demek. Bu gözle bakılınca modern çağda kendilerini bir devlete, ideolojiye, lidere, hatta ‘pop-star’a adayan insanların da pekala ‘tapınma’ tavrı gösterdiğini söyleyebiliriz.
Benim ‘dogmalarla savaşanların kendileri dogmaya dönüşür’ derken kastettiğim de bu zaten. Toplumların ‘adanma’ ihtiyacı boşluk kabul etmediği için, eğer bunun yönü ilahi dinlerden kesilirse, bu kez laik dinlere yol açılıyor. (Ya da nihilizm gelişiyor ki, o da pek iyi bir alternatif değil.) Bu laik dinlerin varlığıyla da bir sorunum yok. Zaten demokrasi, tüm bu farklı inançların bir arada var olduğu, ifade bulduğu, siyasal sisteme katıldığı rejim demek. Ama bu laik dinler ‘devlet ideolojisi’ haline geldiklerinde demokrasiyi yok edip baskıcı rejimler kuruyor.
Ancak anlaşılan Türker Alkan asıl tehlikenin geleneksel dinlerden geldiği, diğerlerinde o kadar sorun olmadığı kanısında. ‘En baskıcı, otoriter, dogmatik olan yönetim biçimi, teokrasidir’ diye ısrar etmiş. Ama bu iddiasını hangi bulgulara dayandırıyor, merak etmemek elde değil. Teokratik rejimlerin (örneğin İran veya Suudi Arabistan’ın) Nazi, Sovyet veya Kızıl Khmer rejimlerinden daha baskıcı, daha kanlı olduğunu hiç sanmıyorum. Kızıl Khmerler 7.5 milyon nüfuslu Kamboçya’da sadece 4 yıl içinde 1.5 milyon insanı ‘rejim muhalifi’ diye (çoğu kez boğarak) öldürmüştü. Bu ‘laik’ vahşetle boy ölçüşecek ‘dini’ bir vahşet hatırlamıyorum.
Sayın Alkan bir de ‘Osmanlı’nın yarı teokratik düzenini sürdürerek mi çağdaş dünyada saygın bir yer edinecektik... Akyol, halifelerin, mollaların, ulemanın irşat ettiği bir ülkede yaşamayı ister miydi’ diye sormuş.
Oysa Osmanlı’ya ‘teokrasi’ yakıştırmak epey tartışma götürür. ‘Din adamlarının iktidarı’ anlamında teokrasi ne Osmanlı ne İslam geleneğinde vardır. Aksine, din adamları, Harvard’lı hukuk profesörü Noah Feldman’ın son kitabında ısrarla vurguladığı gibi, İslam tarihinde siyasi iktidarın gücünü sınırlandırmış, devletin ihtiraslarından bağımsız bir ‘adalet’ standardını ayakta tutmuştur. (Bu standardın günümüz Türkiyesi’nde ne kadar eksik olduğunu ise her Anayasa Mahkemesi kararında bir kez daha görüyoruz.)
Nerede yaşamak isterdim sorusuna gelince, çok şükür, halimden memnunum. Ama geçmişe yönelik bir tercih yapsaydım, seçimim, tek ideolojinin dayatıldığı Tek Parti dönemi değil, ondan çok daha özgür ve çoğulcu olan İkinci Meşrutiyet devri olurdu. 1908, 1938’den daha ‘ileri’ydi...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.