'Tehlike yükseliyor; öyleyse, 'kemalizm'de birleşelim!.'
Kitlelere söyletilmek istenen, tam da bu.. ‘Tehlikeye düşmektense, kemalizmde birleşelim!’
Yani, bugün içine düşülen durumların aslî sorumlusu olan ‘çıkmaz’a dönmek.. ‘Anlaşıldı ki sosyal bünye, ağır sıkıntılar çekecek.. O halde, eski durumu koruyalım..’ Hani, ‘çalı idi, çırpı idi; yuvam idi ya..’ kabulünü hatırlatacak şekilde, ‘Zulüm idi-mulüm idi.. Düzen idi ya..’ dedirttirecek bir anlayış.. öyle ya, en kötü düzen bile, hiç düzensizlikten iyidir..
1990’larda, Sovyet Rusya’nın çöküş günlerinde, bir ‘Stalin’ soruşturması yapılmıştı, Sovyet halkları arasında.. Daha önce, 1953’de Kruşçef ve ondan 35 yıl sonra da Gorbaçev tarafından tekrar ‘tarihimizin en büyük ve utanaç verici zâlimi’ diye nitelenerek suçlanan Stalin hakkında kitlelerin görüşünü öğrenmek için yapılan bir ankete cevab verenlerin yüzde 60 kadarı, ‘Zâlim idiyse de, bize dünya gücü olan bir büyük devlet kazandırmıştı ya.. Kaldı ki, öldürülenler, öldürülmemiş olsalardı bile, şimdi yine ölmüş olmayacaklar mıydı?’ gibi bir taş kalblilikle ve sadece kendi nefsini kutsal bilen bir anlayışla, Stalin’i yüceltmişlerdi..
Toplumların, ‘efkâr-ı umûmî’ /kamuoyu dediğimiz olgu ile, zaman ve şartlara göre nasıl yönlendirilebildiğinin ilginç bir örneği..
Bizim toplumumuz da ‘Korku Cumhuriyeti’ denilebilecek bir zaman tünelinden geçip geldi bu günlere.. Siz buna, kitlelerin uyutulmasını esas alan bir ‘Hipnoz Cumhuriyeti..’ de diyebilirsiniz.. ‘Tek kişi’nin isminin ve ideolojisinin hâkimiyeti ve yüceltilmesini hedef alan resmî tarih, kitleleri sürekli korkutmak ve uyutmak için kullanıldı, genelde..
Daha evvelki gün, C. Dündar, Milliyet’te, tarihe ne kadar güvenilebileceğini soruyor ve bir örnek olarak ‘Sarıkamış Faciası’nı zikrediyordu.. Sarıkamış’ı işgal eden Rus Ordusu’nu arkadan kuşatmak için girişilen ‘Allahuekber Dağları’nı aşma çabasında 3500 metre yüksekliklerinde, Ocak ayının soğuğunda bazı rakamlara göre 90, bazılarına göre 60 bin askerin donarak can verdiği o büyük faciadan tam 7 sene hiç söz edilmemiş, başarıyla gizlenmiş.. Ve ilk olarak 1922’de sözkonusu edilmiş.. O da, Enver Paşa’yı safdışı etmek, onun Anadolu’ya gelmesinin yolunu kesmek ve etkisini kırmak için.. Mevcud rejim, onun kemiklerinin yurda getirilmesine bile, ancak, ölümünden 75 yıl sonra izin vermişti.
Tarih, bu!. Zamanın ‘siyasî mezbaha’larının ünlü ‘üç Ali’si vardı, Kel Ali (çetinkaya), Küçük Ali ve Kılıç Ali (Altemur Kılıç’ın babası).. Bu, ‘üç Ali’den birisi olan Kılıç Ali’nin hemşehrisi olan ve meb’us / m. vekili sıfatlı birisi, 1932’lerde, ‘Beni, mutlaka Gâzi Paşa ile görüştürmelisin.. Ona vereceğim çok önemli haber ve bilgiler var..’ der.. O da bunu sağlar.. O zat, derdini heyecanla anlatır İlk Şef’e.. ‘Anteb taraflarında, komünistlik hızla gelişiyor, buna karşı tedbir almak gerekir..’ der.. Muhatabı suratını buruşturur; ve Kılıç Ali’ye, ‘Ben de, irtica ve şeriat tehlikesinden sözedecek zannetmiştim..’ der..
Siz bakmayınız, 1945-1990 arasında, ‘kapitalizm-komünizm’ arasında süren ve Sovyetler’in çökmesiyle sona eren, ‘Soğuk Savaş’ yıllarında, şehirlerin meydanlarını dolduran panolardaki, ‘Şurası asla unutulmamalıdır ki, türklük âleminin en büyük düşmanı komünizmdir, her görüldüğü yerde ezilmelidir!’ şeklindeki ve M. Kemal’e aid olduğu söylenen söze..
Asıl ‘soğuk savaş’, kemalist mentalitede bir başka ve‚ ‘iç soğuk savaş’ halinde şekilleniyordu. Bu ‘iç soğuk savaş’ın iki dayanağı vardı, daima: ‘1- ülkenin bölünmesi korkusu.. 2- (İrtica adı altında), İslâm şeriati korku ve düşmanlığı.. Ve bunlar, hâlâ da sür(dürül)üyor.
çünkü, bu iki korkunun da sosyolojik temelleri vardır.. Birisi, Osmanlı’nın parçalanmasının zihinlerimizde meydana getirdiği derin şok ve yeniden bölünme korkusu; diğeri, geri kalmışlıktan kurtulmak adına, 1800’lerden beri İslâm’ı suçlamak şeklindeki ve temelinde, emperyalist etkenlerin aslî rol aldığı Batıcı/katı laik cereyanların ele geçirdiği yönetim mekanizmalarının millet iradesi tarafından ele geçirilmesi korkusu..
Şimdi, nice kürdçülerin bile, ‘önlenemez sosyal boğuşmalar ortaya çıkabileceği’ korkusuyla, tıpkı türkçüler gibi, ‘laiklik ve kemalizm galiba en iyisi..’ mantığına teslim olma eğilimine girmeleri işte bu resmî ideolojinin strateji ve taktiklerinin pragmatist ürünü.. Hattâ, nice ‘türk müslümanlar’ gibi, nice ‘kürd müslümanlar’ bile, inançlarını neredeyse, ‘hayatın temel yönlendiricisi’ olarak görmek yerine, ârızî olarak ortaya çıkmış ve ‘gerektiğinde sığınılacak bir liman’ olarak görmek eğiliminde olduklarını hissettiriyorlar; benzer yaklaşımlarla..
Hatırlayalım, ‘ateist’ olduğunu açıkça beyan eden A. Nesin, 75-80’li yıllarda M. Kemal’i, ‘Kendi imzasını bile Agop Dilaçar isimli bir ermeni dilcisinden öğrenen kimse..’ diye tanıtırdı.. Ama, o A. Nesin, 1990’lardan itibaren, İslâm’ı, toplumda yeniden yükselen bir değer olarak hissetmeye başlayınca, ‘kemalist laisizm’e iman tazelemişti; tıpkı, Cumhuriyet’in ‘İS’i ve şimdi hayatta olan veya olmayan, hem marksist ve hem de kemalist olan nice benzerlerinin de bir zırh olarak ‘kemalizm’e sığınmalarında olduğu gibi.. Evet, biz bu oyunu geçmişte de görmüştük; şimdi tekrarlanıyor.. ‘Haa, bu işin sonu tehlikeli, öyleyse kemalizmde birleşelim..’ şeklindeki çaresizlik tuzağına ve hemen bütün sosyal sıkıntılarımızın son yüzyıldaki kaynağına yeniden dönmekten biz de mi meded umacağız? ‘Yoksa, kansere yakalanırsınız haaa; iyisi mi, gangren veya zatürre’ye râzı olun..’ tuzağına mı teslim olacağız?
Bizim, İslâm’dan başka birleşilecek aslî müşterekimiz yoktur..
Yoksa, gide-gide, ‘İslâm, türkleri kimliksizleştirdi, kürdlere yetim muamelesi yapılmasına vesile oldu.. Arab emperyalizminin sopası oldu..’ gibi görüşlere de varılır.. Ki, bu konuları dile getiren yazar/çizerler, o kavimler arasından görülmedi değil.. Ki, bu hususta, geçmişte farsçı, türkçü, ve günümüzde de arabçı anlayışların büyük rolünün olduğunu görmeliyiz..
Halbuki, İslâm, ‘Tevhîd inancı ve Nübüvvet müessesesi’ etrafında, çeşitli ırk, renk ve kavimlerden, insanlar arasında sadece taqvâ ve fazîletin, inanç değerlerinin ayırım ölçüsü olacağı bir millet, bir ‘İslâm Milleti’ oluşturmak için gelmiştir.. Bizler, yüzlerce yıldır, bu millet anlayışı içinde gelmişiz. Bu, ‘millet’ terimine bilhassa dikkat etmeliyiz. çünkü, bu kelime, arabçada ‘aynı inanç etrafında bir araya gelmiş olan topluluğu’ ifade eder; kan, soy-sop veya dil birliğini değil.. Ve biz, ‘İslâm Milleti’ndeniz, müslüman isek; başka değil..
Biz bu hatırlatmaları yaparken, İslâmî terminolojiyi yerli yerinde kullandığı görülen bazı kimseler bile, bizim bu sözlerimizin ‘kürdleri manipule etmek’, veya ‘türkleri kimliklerinden uzaklaştırmak’ veya ‘arabları yüceltmek’ niyetiyle söylendiğini bile iddia edebilmektedirler. Halbuki, her türlü kavmiyetçilik, ‘şeytanın askerliği’dir! Sözümüz, bu!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.