Türkiye’deki iç dengelerin inşası ve dış politikaya etkisi
Türkiye, soğuk savaş yıllarında (1946’dan itibaren) ABD’nin “güvenlik şemsiyesi” altına girdi gireli, Batı ittifakının dış politikadaki çıkarları sebebiyle, iç politikada “tam bir istikrar” ortamını çoğunlukla yakalayamamıştır. Dış politikada NATO’ya bağımlılık ve ABD’nin taleplerine uygun hareket etme zorunluluğu, Türkiye’nin iç politikasını, neredeyse tamamen Batı Bloğu’nun dış politik eğilimlerine endeksli hale getirmiştir. Bu durumda ABD ve onun güdümündeki NATO, Batı ittifakı içerisinde bulunan Türkiye’nin iç politikasını, ülke ve halkın menfaatlerine aykırı olsa da, tamamen kendi isteklerine uygun bir şekilde yönlendirmekten hiçbir şekilde kaçınmamışlardır. örneğin; Türk siyasi hayatının son altmış yılında “çeşitli biçimlerde” gerçekleştirilmiş olan askeri darbeleri, siyasi baskıları, ayrımcı uygulamaları, iç karışıklıkları ve suikast girişimlerini bu çerçevede değerlendirebiliriz.
Açıkçası, soğuk savaş yıllarındaki “iki kutuplu” dünya sisteminin ağır baskısı ve Doğu Bloğu’nun önderi konumundaki Sovyetler Birliği (SSCB)’nin Türkiye üzerindeki çeşitli emelleri bağlamında düşünülünce; ABD’nin “güvenlik şemsiyesi” altına girme karşılığında, içyapının tamamen ABD ve NATO’nun isteklerine uygun bir şekilde biçimlendirilmesi, Türkiye’nin her seviye ve kesimdeki yetkililerince anlayışla karşılanmaktaydı. Bu “bağımlılık anlayışı” o derece derinlere işlemiş ve öylesine bağışıklık kazanmıştı ki; Sovyet tehdidinin tamamen ortadan kalktığı soğuk savaş sonrasının “geçiş döneminde” (1991-2001) ve hatta 11 Eylül (2001) süreciyle birlikte işlerlik kazandırılan tek kutuplu dünya sistemi ortamında bile varlığını sürdürmüştür. Gerçekten, ABD’nin “güvenlik şemsiyesi”ne olan ihtiyacın neredeyse tamamen ortadan kalmış olduğu bir dönemde, 1997 yılında yaşanan 28 Şubat süreci (postmodern darbe) ve 27 Nisan 2007 yılında yaşanan “e-muhtıra” da, ABD ve NATO ile olan bu yanlış ve bağımlı ilişki sürecinin hâla daha devam ettiğini göstermiştir.
Söz konusu yapı, öylesine karmaşık ve yönlendirmeye müsait bir şekilde kurgulanmış ve sistemleştirilmiştir ki; çoğunlukla, NATO ve ABD üzerinden, Türk dış politikasının menfaatine olabilecek gelişmelere katkı sağlaması beklentisiyle, Türkiye ve Türk halkının aleyhine olacağı kesin olmasına karşın, Türkiye’nin içyapısı tamamen istikrarsızlaştırılma sürecine bile terk edilebilmektedir. Bu bağlamda mesela; 1960 darbesiyle birlikte Adnan Menderes ve iki arkadaşının idam edilmeleri ile 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıra vasıtasıyla Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin önüne geçilmeye çalışması hususları, her ne kadar NATO ve ağababalarının (dolaylı olarak Türkiye’nin) menfaatine olsa da, gerçekte Türkiye ve Türk halkının aleyhine sonuçlar doğurmuşlardır. Hakikaten, 1960’lı yıllarda Kıbrıs üzerinde oynanan oyunlar ve 2007 yılında Yeni Ortadoğu üzerinde çevrilen dolaplar karşısında Türkiye’nin neredeyse tamamen etkisiz hale getirilmiş olması, Türkiye’deki iç istikrarsızlık ve kutuplaşmalardan gerçekte kimlerin yararlandıkları gerçeğini açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Yarım asırdan buyana NATO ve ABD’nin yönlendirmeleri sebebiyle, Türkiye’de devlet ile kitlelerin karşı karşıya getirilmelerinin neticesinde yaşanan iç karışıklık, huzursuzluk, iktisadi kayıplar, sosyokültürel gerilikler, toplumsal gerilimler ve askeri yıpranmaların ülke ve millete verdiği korkunç zararlara rağmen; söz konusu yanlış ve yanlı uygulamaların aralıklarla devreye girdirilmesinden kaçınılmamasının en büyük dayanağı güvenlik ve organizeli sivil birimlerin bu çizgiye çekilmiş olmalarıdır. Kaldı ki, o dönemde, devletin güvenlik ve istihbarat sistemleri, tamamen NATO direktiflerine uygun bir şekilde biçimlendirilmekle kalmamış; aynı zamanda, yaygın bir şekilde dezenformasyon bombardımanı kullanıldığı için, devletin sistemi, rejimi ve iç işleyişiyle ilgili kısmi “çatlak sesler” bile en acımasız cezalandırmalara maruz bırakılmıştır. Böylece, Atatürk’ün Cumhuriyeti kurduğu yılların öncesindeki işgal yıllarında yaşanan bağımlı ilişkilerin farklı bir versiyonu, 1946–2002 yılları arasında ağır bir şekilde, 2003-2007 yılları arasında ise hafif bir şekilde Türkiye ve Türk halkının sinelerine yüklenmeye çalışılmıştır.
Türkiye’nin, üzerindeki bu yüklerden ve ayaklarındaki söz konusu zincirlerden kurtularak sağlıklı iç ve dış politik açılımlar yapabilmesi için; demokratik reformlarını Avrupa Birliği sürecinden, askeri teknoloji alanındaki atılımlarını NATO’dan ve istihbarat yapılanmalarını da ABD-İsrail-AB egemen mihverinden bağımsız bir şekilde gerçekleştirmesi gerekmektedir. Bu anlamda; 2007 yılının son ayları içerisinde, kimi muvazzaf askerlerin “Kürt kimliği” hakkında yaptıkları itiraf ve tanımlamalar; 12 Ocak 2008 tarihinde Başbakan Erdoğan’ın Alevilerin Muharrem iftarına katılarak bu kesimin haklarının resmen kabullenilmesinin yolunu açması ve yeni YöK Başkanı’yla birlikte üniversitelerdeki başörtüsü sorununa karşı daha yumuşak tavırlar içerisine girilmesi de göstermektedir ki Türkiye, Batılı kurum ve ilişkilerden tamamen bağımsız adımlar atma yönünde yeni bir döneme girmiştir. Açıkçası; şayet, “Kürt kimliği”nin tanınması ve bir nevi özür beyanında bulunulması hususunda olduğu gibi; İslami kimliğe ve geleneklere saygı gösterilmesi noktasında da aynı değişimsel dönüşüm gerçekleştirilebilirse; inanıyorum ki, işte o zaman Türkiye, “normalleşme, demokratikleşme ve özgürleşme” sürecine girmeye başlayacaktır.
Hakikaten Türkiye’nin, koşulların elvermesiyle birlikte, ABD-İsrail-AB egemen mihverinden bağımsız bir şekilde hareket etmeyi istemesi halinde; ülkedeki her şey normalleşme sürecine girecek, gerçekçi demokratik yaklaşımların yolu açılacak ve ülke ciddi anlamda özgürleşmeye başlayacaktır. Türkiye’nin özgürleşmesi demek; iç politikası ile dış politikasının birbirleriyle uyumlu ve birbirlerini destekleyici bir yapıya büründürülmelerinin yolunun açılması ve hatta buna uygun atmosferin oluşturulması demektir. Böyle bir durumda, “halk devletin değil, devlet halkın hizmetinde olacağı” için, hayali korkulara ya da dış yönlendirmelere kapılarak, halkın belli bir kesiminin baskı altında tutulması ve devletine düşman hale getirilmesi söz konusu olmayacaktır. Açıkçası, halk ile devletin birbirlerine olan güven katsayısı artırıldığı oranda, hem ülkenin iç istikrar düzeyi, hem dış politikadaki çalım yeteneği, hem caydırıcı güç seviyesi, hem çekim gücü ve hem de imaj havası daha üst seviyelere çıkarılacaktır.
İşte, 11 Eylül süreciyle birlikte devreye girdirilen neoliberalizm dalgası ve bu dalganın dış yansıması konumundaki neoemperyalizm furyasının Yeni Ortadoğu coğrafyasını kasıp kavurduğu bir dönemde, halk ile devletin barıştırılarak kaynaştırılabilmesi için, Türkiye’nin köklü reformlar gerçekleştirmesi gerekmektedir. Kuşkusuz, devlet ile hükümetin birlikte atacağı önemli adımların “hedefe ulaşmada” işe yarayabilmesi için, hemen her kesime müthiş sorumluluklar düşmektedir. Her şeyden önce, resmi kurumlar ile sivil kurumlar bir araya gelerek, devlet ile halkın asgari müştereklerde buluşturulmaları, sürece “iyi niyet, samimiyet, hakkaniyet, hukuk, adalet, prensipler ve tolerans” ilkelerinin damgasını vurması ve bu olumlu gelişmelere karşı duruşların ise kesinlikle affedilmemesi gerektiği hususlarında sonuç alıcı hükümler üretmelidirler. Açıkçası, 1806 tarihli Senedi İttifak ve 1908 tarihli İkinci Meşruiyet bağlamında düşünülünce; yeni açılıma da, 2008 tarihli Dayanışma Sözleşmesi adı verilmesi, tarihin akış ve rastlayışı yönünden bakınca oldukça isabetli olacaktır.