Vahşi kapitalizm ve yalnızlık
Primitif toplumdan bugünlerin çağdaş, modern toplumuna kadar hatta kimilerine göre şuan geçiş sürecini yaşadığımız post-modern toplumda da var olan yönetim olgusu doğal olarak yönetenler-yönetilenler ayrımını da beraberinde getirmektedir.
Bu ayrım kimi zamanlarda derin uçurumlar oluştururken kimi zamanlar bazı sistemlerde mutluluğu, huzuru da sağlamıştır. Ancak etimolojik olarak yönetim paradoksal bir anlam içermektedir. Gerçi bu sorun toplum, birey, düzen gibi var olmamızı kendimizi anlamlandırmamızı veya anlamlandırılmamızı sağlayan temel gerçeklerden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu temel gerçekler var oldukça bizler bunların ışığında hayatımıza bir yön vermek zorundayız ve bunları yapmalıyız. Kısaca düzensizliği isterken de aslında bir düzen istemekteyiz.
Ekonomik temeli liberal kapitalizm, felsefi temeli aydınlanma projesi, siyasal çıkış noktası ise Fransız devrimi olan yaklaşık 300 yıldır süren geniş bir açıdan bakarsak modernleşme diyebileceğimiz dünya görüşü bugünlerde iflasın eşiğine gelmiştir. Geri bırakılan(geri kalan değil) Asya, Afrika ve Ön Asya uyanıyor. Müstemleke aydınlar! Yerlerini yerli, inanmış, bilgili, kendilerini insanlığın refahına adamış münevverlere bırakıyor. Okuyan, araştıran, düşünen, sentez yapabilen, sonra da bediiyat ve belagat sanatını iyi icra edebilen yöneticiler ve siyasiler yetişiyor.
İnsanlığı ileri götüreceğini eşitliği mutluluğu eğitimde fırsat eşitliğini sosyal adaleti, refahı vadeden liberal kapitalist görüş aslında kendi bünyesi içinde tezatlar taşımaktaydı. Altta kalanın canı çıksın mantığıyla ferdin sosyal, manevi yönünü ihmal eden bu sistem elbette çatırdayacaktı.
Feodalizmi yıkarak yerine bugünlerde çok popüler olan ama dünyanın birçok yerinde kimlik krizine giren ulus devlet modelini getirdi. Ulus devlet anlayışı merkezi yapıyı güçlendirmekte ve pek tabiî ki bu merkezileşme ideolojisi kendisini yönetim-örgüt gibi sistemi oluşturan parçalara da yansıttı. Bu örgüt ve yönetim modelinde amaç kapitalizmin özünde var olan üretimi artırmaktan başka bir şey değildi. Ne için üretimi artırmak? Cevap aynıydı: insanların refahı için. Aslında bu ideal gerçekleştirilmeye çalışılırken gözden kaçan insanın ta kendisiydi. Kapitalist sistemde belirlenen ve anlaşılan insan modeli mekanik, tamamen sadece bir materyaldi. Üretimi artırmak için merkezileşen yönetim-örgüt anlayışı insanı böyle dar bir çerçeveye hapsetmiş ve onu makineleştirmiştir.
1950lilerde modern örgüt yönetim modeli olarak ortaya çıkan Modern School anlayışı da var olana yeni bir şeyler ekledi fakat sistemin özündeki açmazlara, çelişkilere değinmedi. Kısacası her şey aynı kaldı bugün yaşanan kaoslar, krizler, buhranlar çözülmedi. Çünkü bunlar tamamen modernleşmenin ve liberal kapitalizmin özündeki vahşilik, bencillik, israf ve çelişkilerdi.
İnsanların hiyerarşik olarak yapılandırıldığı ve bu hiyerarşinin de statü, para, güç gibi özünde eşitsizliği taşıyan kriterlerce belirlenmesi toplumsal düzen için gereken yönetim anlayışını bu amaçların dışına çıkarttığı ve yönetime bazı güçlü siyasilerin ve grupların çıkarlarına hizmet etme anlamını yükledi.
Mekanik, acımasız, hiyerarşik, maddeci yönetim anlayışı insanları modern dünyanın getirmiş olduğu en büyük hastalığa duçar kıldı. Yalnızlık, anlamsızlık hastalığı. İnsanlığın temel iki öğesi olan üretim ve iletişimden iletişimi zedeleyerek insanlar yalnızlığa itildiler.
İnsan içinde yaşadığı toplumla bir anlam kazanır. Mutlu olur. Liberal kapitalizmin emrettiği ben ve bencillik eksenli bireycilikle insan olabilme vasfını kaybeder. Sadece bir robot, bir eşya olabilir. Bu insanın yaradılışına aykırıdır.
Yönetimlerden ziyade sistemler eleştirilmeli çünkü yönetimler, sistemlerin ve ideolojilerin içerisinde onlara hizmet için vardır.