Mü’min, Kur’an’dan Kur’an’a hizmeti kadar
Yeryüzünde Müslüman bir ferd ve toplum için en büyük felâket, Kur’an okurken Kur’an’sız kalmaktır. “Kur'an Mekke'de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” diye meşhur bir söz var . Bu söz, adeta Kur'an'ın tarihteki serencamını özetliyor: Nazil oldu, okundu, yazıldı. “Peki nerede anlaşıldı? Nerede yaşandı?” O niye yok? Manidar değil mi? Kur’an’ın anlaşılmasını ve yaşanmasını gereksiz görenler, günün 24 saati Kur’an okusalar dahi, Kur’an’sız kalmaya mahkûmdurlar.
İnsanoğlunun Kur’an’a muhtaç olmadığı an yoktur. İnsanlık her an Kur'an'a muhtaçtır. Aslında Kur'an, hem itikada, hem de amele müteallik meseleleri insanlığa bildirmek için indirilmiştir. Bu itibarla beşer, daimi bir dersi olarak, kesintisiz, süresiz Kur'an'a muhtaçtır. Halbuki hayat-ı içtimaiyede vazifelerin çokluğu ve mesainin yoğunluğu herkesin her an Kur'an'ın bütününü okumasına imkân bırakmıyor. Onun için Kur'an-ı Mûcizü'l-Beyan, çeşitli sûreler içinde Kur'an'da geçen bütün ahkâmı sık sık tekrar ediyor. Ta bütün Kur'an-ı Kerim'i okumaya muktedir olamayan kimse, uzun bir sûreyi okuduğu zaman, tafsilen olmasa bile, icmalen bütün Kur'an'ı tezekkür edebilmiş olsun. Yani Kur’an’ı anlamak için Kur’an’la irtibatı asla ve kat’a kesmemek gerekir.
Kur’an her an canlıdır. Ona ölüler muamelesi yapanlar, ölülerden sayılırlar. Altını çizerek diyoruz ki; bir yerde Kur’an elde taşındığı halde şuurda taşınmıyorsa, en yüksek yerlere konulduğu halde hayata konulmuyorsa, dilde olduğu halde kalbde yer almıyorsa, kendisi göz önünde olduğu halde talimatları gözardı ediliyorsa, sesi dinlendiği halde sözü dinlenmiyorsa, matbaalarda basılması serbest bırakıldığı halde mekteplerde okunması ve öğrenilmesi yasaklanıyorsa, orada Rabbimizin “Ruh” ismini verdiği Kur’an’a “ölü metin” muamelesi yapılıyor demektir. Kur’an’a “ölü metin” muamelesi yapanlar, Allah’tan başkasına tapanlardır. Mehmet Âkif Ersoy ne güzel söyler:
“Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına”
Donmuş ve dondurulmuş akılla Kur’an anlaşılmaz. Kur’an’ı anlamak için akleden bir kalbe sahip olmak gerekir. İnsanoğlu için akleden kalbe dönmenin yolu Kur’an’a dönmektir. Kur’an, aklı dondurmaz, aksine Kur’an aklını çalıştırmayanları ağır bir şekilde kınar. Rabbimiz buyuruyor:
“Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kişinin iman etmesi mümkün değildir. Akıllarını kullanmayanlar üzerine Allah bir rics/pislik yükler.” (Yunus Sûresi / 100)
İman bir nuru manevi olup donmuş ve dondurulmuş akılları çözer. Kur’an’a hizmeti kadar Kur’an’ı anlamaya çalışan, vahyin fikir işçiliğini yaparken imanını aklına âmir yapandır. Ona kin besleyen ise, sahte ilahlara tapandır. Kur’an’ı anlamayı basite almayalım. Günümüzde Kur’an’ı meâl aracılığıyla okuyacakların dikkat etmeleri gereken bir husus bulunmaktadır: Meâl, hiçbir şekilde Kur’an değildir. Meâl, onu hazırlayan tarafından kısmen ve biraz da eksik bir şekilde Türkçe’ye aktarılmış bir anlamdır. Bir insanın yazdığı bir kitabın bile bir başka dile bizatihi kendi dilindeki güzellik içerisinde sadık bir anlam ve güzel bir üslûpla aktarılamayacağı dikkate alınırsa, bunun Allah’ın sözü için ne kadar imkânsız bir durum olduğu anlaşılır. Dolayısıyla Meâl okumak Kur’an’ı anlamanın sadece ve sadece bir aracıdır. Kesin ölçüsü ve ölçütü değildir. Meâller bize Kur’an’a dair -tabir caiz ise- bir taslak çizerler. Ancak bu taslakta figürler, şekiller, çizgiler, velhâsıl görüntüler net ve yerli yerince değildir. Bu yüzdendir ki; meâl okuyan birinin buradan hareketle Kur’an’a dair nihaî hükümler çıkarması, imanı olan bir kişinin yapacağı bir iş değildir.
Keyfî ve indî gerekçelerden yola çıkarak Kur’an okuyanlar, Kur’an’dan bir şey anlamazlar. Kur’an okumaya başlamadan önce her türlü şeytanî ve nefsânî niyet ve düşüncelerden hem aklımızı, hem de kalbimizi arındırmalıyız. Dilimizle “Eûzû” çekerken bunu bütün ruhumuzla hissetmeli, nefsimizden veya çevremizden kaynaklanarak bize bulaşan her türden dürtü, ayartma ve fısıltılara karşı Allah’ın manevî desteğine sığınmalıyız. Kur’an’ı okumaya başlamadan evvel nasıl ki akıl ve kalp manevî kirlerden arındırılmalıysa, aynı şekilde onu okurken de peşin hükümlerden, indî ve keyfî değerlendirmelerden de kendimizi kurtarmalı ve korumalıyız. Keyfî ve indî hizmetlerin içinde yer alanlar, Kur’an’dan bir şey anlamazlar. Kur’an’ı anlamamızın miktarı, Kur’an’a olan hizmetimizle mukayyeddir.
Kur’an’ın değerlerini hayatımızın neresine taşıdık. Ashap'tan Ebu Derda (r.a.) rivayet ediyor: Peygamber (s.a.v) ile beraberdik; gözü ile semaya baktı ve şöyle dedi:
“Şu an ilmin insanlardan kaybolma zamanı; hatta ilim adına hiçbir şeye güç yetiremeyeceklerdir.” Ziyad b.Lebid:
“Bizden ilim nasıl çalınacak? Biz devamlı Kur'an'ı okuyoruz. Kur'an'ı okutup öğretiyoruz. Çocuklarımıza, hanımlarımıza da öğretip okutuyoruz.” Efendimiz söyle buyurdu:
“Ey ziyad! Annen senin hasretinle yansın; seni Medine'nin fakihlerinden sanıyordum. Söyle bakalım: İşte Tevrat Yahudilerin elinde, iste İncil Hıristiyanların elinde, onlara bu kitapların hiçbir faydası var mıdır?” (Tirmizi; Müslim, İlim: 5; İbn Mâce, Mukaddime: 1)
Günümüzde Kur'an'ın tilaveti, kıraati, tevcidi, hıfzı, etüdü var. Ama Kur’an hayatın merkezinde değil. Mektep ve mahkeme penceresinde bakınca; Kur’an mehcur, Kur’an metruk ve Kur’an mahkûm.. Kur’an’ın hafızları bir hayli. Ama ahkâmının muhafızları kibriti ahmar gibi az. Muhammed İkbal'in ifadesi ile:
“Kur'an'ın mânâsı senin kalbine yeniden nazil olmuyorsa ne Razi'nin tefsiri, ne de Zemahseri'nin Kessaf'i senin dertlerine çare bulamaz.”
Kur’an hizmetinde değil de başkalarının hizmetinde isen; dünyada yazılmış bütün tefsirleri okusan da, ezberlesen de, Kur’an’dan bir şey anlayamazsın! Şunu da unutma ki; Kur’an-ı anlamak, kaf dağının ardında değil, İ’layi Kelimetullah için yükselen Cephe yıldızının bayrağındadır!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.