AİHM’den iki şamar
Başörtüsüyle ilgili tartışmalı kararları için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini eleştiriyoruz. Bu kararlarda açığa vurulan ve başörtüsünü hak, yasağı da bu hakkın ihlâli olarak görmeyen anlayışın, Avrupa’da geçerli olması gereken objektif, evrensel ve çağdaş hukuk anlayışıyla bağdaşmadığını ve bağdaşmasının mümkün olmadığını ısrarla söylüyoruz.
Ancak AİHM’den bu kararların çıkmasında, konunun kendisine takdim ediliş tarzındaki hataların, izlenen yanlış yöntemlerin ve en önemlisi din adına siyaset iddiasının tetiklediği kuşkuların rolünü de gözardı etmemek gerekiyor.
Onun için bu tartışma, vicdanlara sinecek doğru sonuca ulaşılıncaya kadar devam edecek.
Ki, AİHM’in bu konuda şimdiye kadar verdiği her bir kararın, kendi bağlamı ve şartları içinde yorumlanması ve sorunun bütününü kapsayan yerleşik bir içtihat oluştuğu şeklinde değerlendirilmemesi gerektiğini bizzat AİHM sözcüleri ifade ediyorlar. Ve, faraza içtihat bile oluşsa, bunun da değişmesi için mücadele sürdürülmeli.
Bu noktada sözü, AİHM’in başörtüsüyle ilgili tartışmalı kararlarını referans gösterip el üstünde tutarken, ifade özgürlüğü bahsinde çok daha yerleşik ve köklü bir içtihat haline gelmiş kararlarını görmezlikten gelen tavırdaki samimiyetsizlik ve çifte standartçılığa getirmek istiyoruz.
Bilindiği gibi, başörtüsü yasağının iflâh olmaz savunucuları, 17 Ağustos depremini “İlâhî ikaz” olarak yorumlayıp 28 Şubat’ta yapılan haksızlıkları eleştirenlerin TCK 312’den (yeni 216) yargılanıp ceza almalarını da coşkuyla alkışladılar.
Hattâ bu çeşit yorumlara karşı yargı sürecinin başlatılıp istedikleri tarzda sonuçlanması için gerekli “kamuoyu desteği”ni, medya kanalıyla yürüttükleri linç operasyonları ile yine bu çevreler hazırladılar. İstedikleri sonuçlar alınıncaya kadar da bu operasyonlarını devam ettirdiler.
Maalesef, 28 Şubat brifinglerinden geçmiş yargı mekanizması da buna uygun hareket etti. Vaktiyle terör başta olmak üzere devlete karşı işlenmiş suçlarla mücadele etmek için kurulan DGM’ler inançlara dayalı fikir beyanlarının üzerine gidip eleştirileri susturmak için kullanıldı.
Bu hengâmda Mehmet Kutlular, sırf 28 Şubat’ı eleştirdiği ve o bağlamda depremi “İlâhî ikaz” olarak yorumladığı için 276 gün hapis yattı.
Aynı gerekçeyle, biz dahil, neredeyse bütün Yeni Asya yazarları DGM’de yargılanıp ceza aldı. Bir kısmımızın cezaları ertelendi, bazılarımızınki ertelenmedi. Ve onlardan Cevher İlhan’la Sami Cebeci, haklarındaki iade-i muhakeme süreci devam ediyorken, keyfî bir şekilde gözaltına alınıp tutuklanarak 28-30’ar saat cezaevinde tutuldu ve itirazımız üzerine serbest bırakıldı.
Yılan hikâyesine dönen bu süreçte, Kutlular’la İlhan’ın AİHM’e götürülen mahkûmiyetleri, bu mahkeme tarafından, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ifade özgürlüğüne dair 10. maddesini ihlâl ettikleri gerekçesiyle haksız bulundu. (Her iki dâvânın serencamını önceki müteaddit yazılarımızda detaylarıyla ele aldığımız için artık tekrara gerek görmüyor; ilgilenenleri “AB Sürecinde Değişen Türkiye” ve “Bu Bayrak İnmez” adlı kitaplarımıza havale ediyoruz.)
Kutlular’a verilen ve büyük kısmı infaz edilen cezada hâlâ ısrar eden mahkeme, AİHM kararından sonra yeni bir değerlendirme yapacak.
Aynı durum, hukuk skandallarıyla dolu bir yargılama sürecinin son aşamasında yine cezaya çarptırılan ve bu karar bir kez daha temyiz için Yargıtay’a götürülen İlhan için de söz konusu.
Ama AİHM’in kararı Yargıtay’dan önce geldi.
AİHM’in iki Yeni Asya mensubu hakkında verdiği bu iki kararı, Türkiye’de kendi haksızlıklarının eleştirilmesinden de hazzetmeyen müstebit ve dayatmacı kafanın suratına indirilmiş iki okkalı şamar olarak nitelemek yanlış olmaz.
Bu şamarlardan sonra, ideolojik bağnazlığının ürettiği baskılar için yargıyı da alet eden o kafanın aynı yöntemle yola devam etmesi zorlaştı...