Seçim

Seçim

Türkiye, cumhuriyet tarihinin 24., 1946 seçimiyle girdiği çok partili demokrasi döneminin 17. milletvekili seçimi için bugün sandık başına gidiyor. Millet, vereceği oylarla yeni bir parlamento oluşturacak. Tercihlerin dağılımı ise bu Meclisteki iktidar ve muhalefet kompozisyonunu yeniden şekillendirecek.

Öncelikle şunu ifade etmek lâzım: Ülkeyi yönetecek olanları halkın belirlemesine imkân veren seçim, büyük bir nimet. Değerinin bilinmesi ve hakkının verilmeye çalışılması gerekiyor.
Unutulmamalı ki, 1946 öncesinde bu imkân yoktu. Tek parti döneminde seçim adı altında yapılan iş, rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil’den bizzat dinlediğimiz üzere, devrin en tepedeki iki yöneticisi olan M. Kemal’le İnönü’nün kapalı kapılar ardında bir araya gelerek tesbit ve tayin ettikleri isimlerin “seçtirilmesi”nden ibaretti.
1946’daki seçimlere ise “açık oy, gizli tasnif” skandalının gölgesi düştü. Ve 27 senelik tek parti sultası bu sayede ömrünü biraz daha uzattı.
1950’de yapılan ilk hür ve serbest seçimle bir devir kapanıp yeni bir devir açıldı. Gerçi seçim sonuçlarından, daha doğrusu, halkın, oylarıyla kendilerini devredışı bırakmasından rahatsız olanlar, bu rahatsızlıklarını zaman zaman seçimle gelmiş yöneticileri silâh zoruyla alaşağı etme noktasına da vardırdılar. Ama sonrasında yine sandığa gitme esasını ortadan kaldıramadılar.
Buna karşılık, halkın kafasını karıştırıp sandıktan kendi hesaplarına uygun sonuçlar çıkarmaya yönelik değişik tertip ve tezgâhlar içine girdiler.
Özellikle 12 Mart 1971 müdahalesinden bu yana yapılan her seçimde bunun farklı örneklerini gördük, halen de görmeye devam ediyoruz.
Herşeye rağmen hür ve serbest seçim büyük bir nimet ve imkân. Ama isabetli sonuçlar verebilmesi için, seçim yapılırken kullanılan sistem, yöntem ve kuralların da, yine müdahale dönemlerinde bunlar üzerinde yapılmış olan tahribat ve dejenerasyonun tortularından arındırılarak, millet iradesinin sağlıklı bir şekilde yansımasına imkân verecek tarzda düzeltilmesi gerekiyor.
Aynı durum, “demokratik parlamenter sistemin vazgeçilmez unsurları” olarak nitelenen siyasî partilerdeki iç işleyişin demokrasi kurallarına uygun hale getirilmesi için de söz konusu.
Bu itibarla, her seçimde adaletsiz sonuçlar doğuran seçim ve partiler kanunlarının düzeltilmesi, artık daha fazla ertelenemez bir mecburiyet.
Hazine yardımının dağıtımındaki haksızlık, yüzde 10 barajı, milletvekili adaylarını tabanın değil, liderlerin belirlemesi gibi problemler de sandıktan çıkan sonuçlara gölge düşürmekte.
Mevcut durumda, konjonktürel rüzgârlarla Mecliste temsil gücüne erişen partiler, kasalarını dolduran cömert hazine yardımları ve masraflı tanıtım kampanyaları ile seçim yarışına girerken, diğer partiler bu imkândan mahrum.
Böyle olunca, birbiriyle bağlantılı dış ve iç adreslerde hazırlanan toplum mühendisliği projeleri çerçevesinde oluşturulan siyasî yapılanmalar, medya üzerinden yürütülen psikolojik harekâtlarla seçmen tercihleri yönlendirilerek hayata geçiriliyor. Adına da “millî irade” deniliyor.
Türkiye’de seçimlerin bir diğer özelliği, seçilerek iktidar gücünü elde edenlere, “bürokratik oligarşi” olarak da ifade edilen “atanmışlar sultası” karşısında fazla inisiyatif verememesi. Anadolu’dan alınan oyların, seçilenleri Ankara’da gerçek anlamda iktidar yapmaya yetmemesi.
Bunun önemli sebeplerinden biri, sivil toplum bilincinin oluşmaması. Ve bunda, partilerin iç yapısında tabanın iradesinin hakim olmasını engelleyen antidemokratik düzenlemelerin hâlâ aşılamamış olması çok büyük bir paya sahip.
Son dönemde bunu aşma iddiasıyla yapılanların, sistemi demokratikleştirecek yapısal reformlar olmayıp, iktidara ve kişilere endeksli düzenlemeler olması ise, problemi çözmüyor.
Tam tersine hem mevcut sorunu daha da kronikleştiriyor, hem de yeni sorunlara yol açıyor.
Bu şartlarda yapılacak olan bugünkü seçimin herşeye rağmen hayra vesile olmasını diliyoruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi