Siyasette sevap ve günah
Yıllar önce, hatırımızda yanlış kalmadıysa İskenderun’da katıldığımız bir panelin soru-cevap bölümünde, parti tercihlerini “sevap-günah” ekseninde değerlendiren bir dinleyicinin “Filanca tercihte bulunanlar günah işlemiş olurlar mı?” gibisinden bir sualine muhatap olmuştuk.
Ve cevabımızda, meseleye böyle yaklaşmanın problemli ve yanlış olduğunu ifade ederek, “Siyasî tercihler günah-sevap ekseninde değil, ‘Doğru mu, yanlış mı?’ temelinde yorumlanmalı” demiştik.
Eğer toplum olarak yaptığımız tercih doğru ise faydasını görür, yanlışsa sıkıntısını çekeriz. Ve her seçim bize, bu neticeler ışığında yeni değerlendirmeler yapma fırsatını verir. Yaşanan gelişmeler bizi teyid ediyorsa “Tercihimiz doğruymuş” diyerek aynı şekilde devam eder veya “Yanılmışız” tesbiti yaptıysak yanlışımızı düzeltmek için arayışa gireriz.
Bize göre, konuya böyle bakmak gerekiyor.
Günah-sevap eksenindeki bir bakış, dünya hayatına bakan neticeleri olsa da, esas itibarıyla neticeleri ahirette ortaya çıkacak olan bir yaklaşım.
Parti ve siyaset din değil ki, bu kavram ve kriterler o alanlara da taşınarak, herhangi bir siyasî tercih günah veya sevap kalıplarına sokulabilsin.
Konunun parti tercihine ilişkin boyutu böyle.
Diğer boyutunda ise, sevap-günah kriterlerinin herkes gibi siyasetçileri de bağlayan ölçüler olduğu vakıası söz konusu. Meselâ doğru söylemek, dürüst ve güvenilir olmak, aldatmamak, sözünde durmak, taahhütlerini yerine getirmek, haksızlık yapmamak, hizmet götürmek, suistimal ve yolsuzluklara tevessül etmemek gibi hususlar hem siyaset mesleğinin kaçınılmaz gerekleri, hem de ahlâklı bir hayatın temel prensipleri.
Bu ahlâk ilkelerine riayet ederek yapılan siyaset, hem politikacıyı başarılı kılar, hem de o prensiplere uygun hareket etmenin “sevap” olarak ifade edilen manevî ve uhrevî kazanımlarıyla buluşturur.
Gerçi hep menfaat üzerine döndüğü için Bediüzzaman’ın “canavar” olarak nitelediği günümüz siyasetinde bunu başarabilen, hemen hemen yok.
Ve yine Said Nursî’nin “Güneşler gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce (çoğunlukla) tam müttakî (takva sahibi) dindar olamaz. Tam ve hakikî müttakî dindar olanlar siyasetçi olmazlar” (Emirdağ Lâhikası, s. 114) tesbiti de bu gerçeğe dikkatleri çekiyor.
Çünkü siyaset zaten mahiyeti itibarıyla risk ve tuzaklarla dolu bir alan. Hele iktidar siyaseti için bu durum çok daha fazla geçerli. Ne pahasına olursa olsun iktidara gelme ve onu muhafaza etme hedefine odaklanan bir siyaset anlayışı, kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği mücadele, çekişme ve rakiplerini tasfiye gayreti gibi sonuçlarıyla, birçok ahlâk değer ve ölçüsünün ihlâl edilerek ayaklar altında çiğnenmesine yol açabiliyor ve pek çok haksızlığa zemin hazırlayabiliyor.
Aynı şekilde Bediüzzaman’ın “Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır” (Mektubat, s. 172) ve Batılı siyasetbilimcilerin “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır” diyerek ifade ettikleri gerçek de işin bir başka çok önemli boyutunu oluşturuyor.
Buna ilâveten, ülkelerin iç siyasetleri de, uçları ecnebilerin elinde olan, yani temel parametreleri büyük ölçüde küresel menfaat şebekeleri tarafından tayin edilen uluslararası siyasete bağımlı.
Bunun iç siyasî denge ve yapılanmalardaki yansımaları da işin bir başka dikkate değer vechesi.
Ve mevcut işleyişte oluşturulan menfaat eksenli statükolar, ancak kuvveti elinde bulunduranların yine öncelikle kendi çıkarlarını esas alarak verecekleri yeni kararlarla değiştirilebiliyor.
Velhasıl, hakka değil, kuvvete; fazilete değil, menfaate dayanan materyalist Batı medeniyetinin bu temelleri üzerinde oluşturulan siyaset anlayışı ve pratiğinde maalesef “şer” ağır basıyor.
Siyaseti hizmet aracı olarak görüp o amaca ulaşmak için yapmaya çalışanlar ne kadar samimî ve iyiniyetli olurlarsa olsunlar, bir yerde reel siyasetin sınırlarına hapsolmaktan kurtulamıyorlar.
Ve siyaset “hayr-ı mahz”ın değil, “ehven-i şer”in aranacağı bir alan olmaya devam ediyor.
03.06.2011