Kamhi, İsrail ve hükümet
Jak Kamhi, işadamı kimliğinin ötesinde, Türkiye’nin İsrail’le ve Amerika başta olmak üzere diğer ülkelerdeki Yahudi lobisiyle ilişkilerinde çok önemli roller üstlenen kilit bir isim.
Geçtiğimiz günlerde bu rolünü bir kez daha gözler önüne seren yeni mesajlarla ortaya çıktı:
“Dışişleri personeli sayılırız Seçimden sonra İsrail’e gideceğim. Umuyorum ki, güzel gelişmeler olacak. Taraflardan gereken sinyalleri aldım.”
26 Mayıs tarihli Milliyet’te Serpil Yılmaz’ın köşesinde çıkan bu mesajlar üzerine Kamhi, yazara bir açıklama göndererek bazı tadiller yaptı.
Meselâ “Dışişleri personeli sayılırız” demediğini ifade etti, ama “İKV başkanlığımız döneminde, Dışişleri Bakanlığımız AB ilişkileri konusunda bizleri gönüllü elçi olarak değerlendirmiştir” dedi (Serpil Yılmaz, Milliyet, 31.5.11).
Türkiye-İsrail ilişkileri konusunda ise, “taraflardan sinyal alarak” yapacağı İsrail gezisine dair mesajlarını flulaştıran düzeltmelerde bulundu.
Öyle yapması da normal! Çünkü eğer bir diplomasi misyonu söz konusu ise, hele şu hassas ortamda mesajlar öyle net beyanlarla verilmez...
Boş bulunup verildiğinde de tekzip edilir...
Kamhi’yle ilgili bir başka ilginç nokta da şu:
İstanbul iş dünyasının önde gelen isimlerinden biri olan Kamhi, yakın zaman önce çok ciddî bir ekonomik darboğazla karşı karşıya geldi.
Ve finans sorunları yaşadığı dönemde, o günün Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan’ın Kamhi’ye “Hükümet arkanızda” mesajı verdiğine ilişkin bazı haberler çıktı (Milliyet, 23.12.07).
İki ay sonra çıkan “Kamhi borçlarını ödemekte zorlandığı için istifası istendi, ancak mahkemenin kararı ile son anda ertelettiyse de Yönetim Kurulu Başkanlığını Genel Müdüre devretti” haberi (Sabah, 24.2.08), bu hükümet desteğinin de bir sonuç vermediğini mi gösteriyordu?
Sonra konuya dair haberler bıçak gibi kesildi. Girilen sessizlik döneminin ardından Kamhi’nin yaptığı çıkış, sorunlarını atlatıp kritik konularda yeniden eski aktif rolünü üstleneceğini mi gösteriyor? Eğer öyleyse, bunda hükümetin payı ne?
***
O tercih fedakârlıktan değilmiş
Başbakan Erdoğan, Sezer’den sonraki cumhurbaşkanının seçileceği ve kendisinin aday olmasının beklendiği günlerde partisinin tercihini Abdullah Gül olarak açıkladığında bu karar kimilerince “göz yaşartıcı bir fedakârlık örneği” olarak övülüp alkışlanmıştı. Ancak Erdoğan’ın son beyanları işin aslının pek de öyle olmadığını düşündürüyor. “Cumhurbaşkanlığı beni cezbetmedi” diyor AKP lideri ve “Benim için çok cazip olsaydı, Dışişleri Bakanıma böyle bir teklifi yapmazdım” diye devam ediyor (Hürriyet, 7.6.11).
Demek ki, ortada bir fedakârlık değil, cezbetmediği için Gül’e ikram etme durumu varmış...
Ama başkanlık sistemine yaklaşımı farklı Erdoğan’ın. “İllâ olacak” diye bir direncinin olmadığını söylese de, “Gönlümde var” diyor. Bakalım, seçimden sonra bunun için neler yapacak?
***
Nezaket mi, dirayet mi?
Bir tarafta “Artık darbecilerden hesap soruyoruz, hiç kimsenin yaptığı yanına kâr kalmıyor, Başbakan geldiğinde ayağa kalkmayan generale bile bedeli ödetiliyor, muvazzaf orgeneraller dahi darbecilik suçlamasıyla tutuklanabiliyor” denilirken, diğer tarafta Gül’ün 27 Nisan sürecinde yaşananlar için “Herşeyi detayıyla biliyorum. O dönemde demokrasiye yakışmayan birçok şey oldu” deyip, ardından “Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, görevi ne olursa olsun, hiç kimsenin ne ima, ne herhangi bir şekilde yüzüne vurma gibi bir tavır içinde olmadım” şeklinde konuşması, yaşananlarla bir çelişki oluşturmuyor mu?
O zaman yapılanlar Gül’ün şahsı bahane edilerek Meclisi, millet iradesini ve demokrasiyi hedef alıyordu. Bunlara karşı gösterilmesi gereken doğru tavır, alttan alıp “yüzüne vurmama” nezaket ve inceliği mi, yoksa millet ve demokrasi adına hesap soran bir dirayet ve kararlılık mı?