“MEDENİYETLER İTTİFAKI”NA KİM İNANIR?
“Medeniyetler İttifakı” projesine Türkiye’nin niçin dört elle sarıldığını ve herkesten fazla değer verdiğini anlayabilmiş değiliz. Türkiye bu projenin neyi halledeceğine ve hangi derde derman olabileceğine inanıyor?
Bir kere karşımızda yekvücud ve değerleriyle, servetleriyle hâkim mevkide bir Batı medeniyeti var. Onun karşısında da birtakım eski medeniyetlerin paramparça ve yıkık dökük kalıntıları… “İttifak” yapabilmenin şartları ortada yok ki!
“Medeniyetler İttifakı” projesinin, olanca dayanaklarını “medeniyetler çatışması” teorisinde bulduğu anlaşılıyor. ABD’li düşünür Huntington’un ortaya attığı bu teori, bize sorarsanız, Batı’da Hitler’in Kavgam’ından bu yana ortaya atılmış en ciddî “dünya siyaseti” teorisiydi.
Ciddî idi ama, gerçekliği sadece ABD için vardı. ABD’nin, “niçin dünyayı bir bütün olarak yutamıyoruz, yutabilmek için hangi noktalara dikkat etmeliyiz?” tasasına cevap olarak ileri sürülmüştü. Yani tamamen emperyalist kaygılarla… Yoksa, ABD dışındaki sözümona “medeniyet merkezleri”ni bir çatışmanın içine çekmek gibi bir gayesi yoktu.
Zaten bu sözümona medeniyet merkezlerinin, ABD’nin arkasında hizâlanmış Batı medeniyetiyle çatışan bir tarafı da yoktu. Hindistan Amerikan emperyalizmine çoktan teslim olmuş, ama Çin teslim olmak istemiyordu. Uzak Doğu medeniyetinin bir diğer temsilcisi olan Japonya, Batı için bir tehdit olmaktan 50 yıldır çıkarılmış, ama Batı medeniyetinin bir uzantısı olan Rusya Batı’ya meydan okuyuşunu 200 yıldır sürdürmekteydi. Bunun neresi “medeniyetler çatışması” idi?
Diğer sözümona medeniyet merkezleri Afrika ve Latin Amerika, bölük pörçük, yıkık dökük, ama bir “medeniyetler çatışması”na sahne olmaktan ziyade, bir “isbat-ı vücud” derdine düşmüşlerdi. Bu kıt’alarda milletlerin, Batı’nın zorla kabul ettirilmiş değerlerinden kurtulup, kendi eski medeniyetlerinin değerlerini aradıkları doğruydu. Ne var ki, bulacakları eski değerleri, ancak onlara kültürel bir benlik idrakı verebilir, iktisaden ve siyaseten Batı’nın hâkim değerlerine alternatif üretmeye yetmezdi.
İslam medeniyetinin çocukları, aynı şekilde paramparça, yıkık dökük bir durumdaydı. Üstelik çoğu da, Batı’nın hâkim değerlerine boyun eğdirilmiş olmaktan dolayı hiç şikâyetçi değildi. Arapları Batı’ya isyan ettiren sosyalizm ortadan kalktıktan sonra, aradan bir tek Saddam çıkıp Batı’ya meydan okumuş, Cezayir ve Mısır yeniden zabtedilmiş, Libya ve Suriye ise kavgadan kendiliğinden vazgeçmişti.
***
Görüldüğü gibi, “medeniyetler çatışması” teorisi, olanca ciddiyetine ve bu alandaki rakipsizliğine rağmen, ancak Amerikan emperyalizminin geliştirilmesi açısından faydalı olabilir; yeryüzünde olanları anlatmaya ve açıklamaya yaramaz. Hal böyle iken “Medeniyetler ittifakı” neyin nesidir? Usame’ye karşı elbirliğiyle alınmış bir tedbir mi?
Öyle olduğu izlenimi veriyor. Çünkü, ortada Batı medeniyeti ile ittifak şartlarına sahip ne bir İslam medeniyeti vardır, ne bir Latin Amerika ve Afrika medeniyeti, ne de Uzak Doğu medeniyeti… Bu proje, sadece medeniyetler çatışması teorisinin gayesinin daha az bir mâliyetle gerçekleştirilmesine hizmet edebilir.
Türkiye’nin bu teoriye niçin dört elle sarıldığını anlamak da mümkün değildir. Başbakanımız çıkmış, vecd içinde, “Ne olursan ol yine gel!” diyor. Bu söz bir Velî’ye isnad edilirse mânâlıdır; çünkü “derdinin dermanı bizim dergâhımızdır” mesajını ihtivâ eder. Ama bir devlet adamı, kimi, ne adına davet ettiği belli olmadan böyle bir lâf ederse, komik duruma düşer. Biri de çıkar, sorar:
- Ben de gelebilir miyim?
- Gelemezsin!
- Niye?
- Çünkü kolluk, ittifak toplantısının yapıldığı otelin civarında kuş uçurtmuyor!
***
Sonuç şudur: Nasıl ki ben, Doğan Holding’le ittifak yapamam; zirâ ittifak şartlarına malik değilim. Nasıl ki ben, DSP ile seçim ittifakı yapamam; zirâ ittifak şartlarına malik değilim. Aynı şekilde, ortada İslam medeniyeti nâmına birkaç müze kalmış bir yerde de İslam medeniyeti adına “medeniyetler ittifakı”ndan bahsedilemez; zira ortada İslam medeniyeti adına sadece birkaç müze kalmıştır. Faraza, Ayasofya müzesi!