Birlikte yaşama kültürleri ve Danıştay'ın Türkiye'si
Konya'daki Sivil Toplum Örgütlerinin (STÖ) yıllardır ortaklaşa düzenledikleri ufuk turlarının 6.'sı bu yıl "birlikte yaşama kültürleri"ni masaya yatırmak üzere Nevşehir-Kozaklı'da yapılıyor. Farklı alanlarda faaliyet gösteren 71 STÖ'nün katılımı ve ortak faaliyeti olarak verimliliği ve özgünlüğü ayrıca kayda değer bu faaliyetin Konya'da bizatihi toplumun derin gücünü yansıtan ama yansıttıkça daha da güçlendiren bir boyutu olduğu her yıl biraz daha ortaya çıkıyor.
Daha önceki "tur"larda ülkenin gündemine hem bir katılım hem bir katkı niyetiyle AB'yi, eğitimi, sivil toplumu, değişimi ele alan "Ufuk Turu", bu yıl da sivil anayasa, mahalle baskısı çokkültürlülük, Alevilik-Sünnilik, Kürt sorunu gibi gündemdeki konulara dair sözü geliştirmek, sözün kalitesini artırmak üzere "birlikte yaşama kültürleri" başlığını seçmiş.
Aslında, zaten bütün yaşadığımız sorunlar aynı zamanda "birlikte yaşama kültürlerimiz" ile ilgili sorunlardan kaynaklanmıyor mu?
Birbirimizi gözetmemizi, tanımamızı, anlamamızı ve olduğumuz gibi kabullenmemizi sağlayacak bir kültürden yoksunluğumuz nispetinde sorunlar yaşamıyor muyuz? Öyleyse nedir bunun çaresi? Nedir bu kültürel yoksunluğu telafi etmenin yolu? Daha fazla konuşup birbirimizi daha fazla dinlemekten daha esaslı bir yol var mı?
Türkiye'de herkesi kendi adacığında yaşatan, böylece herkesi diğerleri hakkında sadece kötü duygular besleyerek siyasal iletişimsizliğe ve gerilime mahkûm eden ortamı aşmanın bir yol yok mudur?
Bu soruların peşine düşen Konya STÖ'lerine Yahudi kökenli sosyalist Roni Margulinez, Türkiye'deki azınlıkların yaşadıkları sorunları anlatırken, bu soruların zannedilenin aksine çoğunluk nüfusu oluşturan Müslümanlardan değil, bunları da baskı altında tutan ceberrut bir devlet anlayışından kaynaklandığını anlattı. Ancak bu, yine de Müslüman kesimlerin kendi kafalarında azınlıklarla ilgili ürettikleri ve bir azınlığa zaman zaman dünyayı dar eden bazı anlayış ve uygulamalarda hiçbir sorumlulukları olmadığı anlamına gelmiyor.
İsrail'in yaptığı bütün zulümlerden bütün dünyadaki Yahudileri sorumlu tutan ırkçı yaklaşımlara Müslümanlar da pekâlâ çok kolay düşebiliyorlar. Yahudileri dünyada olup biten her şeyin başlıca aktörleri olarak tasavvur etmek hem gerçeklerle bağdaşmıyor hem de bu tasavvurlar Müslümanların kendileri hakkındaki özgüveni fazlasıyla zedeleyen ve kendi başarısızlıklarına da mazeretler üreten, ama ne yazık ki geçerli bir söylem.
Hükümetin Alevilik açılımı olarak bilinen çalışmalarının koordinatörlüğünü bakanlık adına yürüten Dr. Necdet Subaşı, İslami kesimin STÖ'lerine hem bu açılımın önemini, gereğini ve muhtemel kapsamını hem de bu açılım çalışmalarına karşı Alevilerin algılarını müthiş bir iki hatta üç taraflı empati performansıyla aktardı.
Subaşı, hükümetin Alevilik'le ilgili açılımları konusunda seçilmiş mükemmel bir isim. Alevilerin en marjinal kesimlerinin bile duygu ve duyarlılıklarını incelikle gözeten son derece diğergâm bir yaklaşıma sahip. Hükümetin bu konudaki teşebbüslerine dair Aleviler'in kuşkucu ve yer yer protestolara varan yaklaşımlarını bile anlayışla karşılayor, bunu Aleviler'in yaşadıkları acı dolu tarihleriyle ilişkilendirmeye çalışıyor. Aleviler'in dertlerini Sünni bir dinleyiciye tanıtırken hiç de zorlanmıyor, tabii ki salondaki dinleyicilerin de bunu büyük bir merak ve ilgiyle, bir anlama çabasıyla dinlemeye çalışıyor olması kaydedilmesi gereken bir şey.
Prof. Şaban Çalış da Aleviler'in bugün şikayetçi oldukları devlet uygulamalarını yapanların ne kadar "Sünni" olarak nitelenebileceği yönünde anlamlı bir soruyu dillendirdi. Açıkçası devlet ne kadar "laik" olsa da Aleviler'in devletin kendilerini rahatsız eden uygulamalarını Sünniliğin hanesine kaydetmekten artık vazgeçmeleri gerektiğini anlattı.
Birlikte yaşama kültürlerinin bu geniş "ufuk turu"nda gezinmeye devam ederken Danıştay saldırısının 3. yıldönümü dolayısıyla düzenlenen bir törende 5. Daire başkanı Salih Er'in ajanslara şu sözleri düştü: 'Türkiye'de türban sorunu yokken bu konuyu kaşıya kaşıya günümüze taşıyanlar, bu saldırı karşısında bugün de düşünmelidirler.'
Bu da bize Türkiye'nin "kopuk adacıkları" gerçeğini tekrar hatırlattı.
Bir yandan toplumsal iktidara sahipken başka insanların varlığına dair sorumluluklarını öğrenmeye çalışan bir sivil toplum, diğer yandan devletin bir erkine kurulmuş olanların toplumun tamamını inkâr eden katı tutumu.
Bu ne yaman çelişki, bu ne çıldırtan denge!
Ya bu, hangi Türkiye'nin Danıştayıdır?
Türban sorununun olmadığı bir Türkiye var da biz mi bilmiyoruz? Nedir?