Selahaddin Çakırgil

Selahaddin Çakırgil

Millet inancı karşısında tek cebhe olanlar, bedel ödemeyi de düşünmeli..

Millet inancı karşısında tek cebhe olanlar, bedel ödemeyi de düşünmeli..

*önce, Baykal’a bir düzeltme çağrısı: Ludwigshafen Faciası’nda yanarak can veren 9 insanın cenazelerinin Anteb’e gönderilmesi münasebetiyle Ludwigshafen’de yapılan merasimde, Deniz Baykal, itikadî bakımdan kendisini son derece tehlikeli bir noktaya fırlatacak olan bir beyanda bulundu ve ‘Hepimiz, insanız; hepimiz… aynı Allah’ın evladıyız..’ dedi, (hâşâ..) Yanlış mı duydum diye, aynı haberi başka kanallardan da dinledim; yanlış duymamışım.. Umarım ki, bir ‘sürç-ü lisan’ ile söylenmiş olsun..
İslâmiyet’te, ‘Allah ile insanlar’ arasında, hâşâ, bir ‘baba - evlâd’ ilişkisi kesinlikle yoktur; bunun düşünülmesi bile mümkün değildir ve bunu söyleyen bir kimse, kendisini tehlikeye atıyor demektir.. Hıristiyanların, ‘Tanrı-baba, îsâ-oğul..’ inancını hatırlatacak şekilde dile getirilen bu cümle, onların en büyük itikadî sapmalarından birisidir..
Baykal, bunun ne mânâya geldiğini farkeder etmez, hemen, cümlesini düzeltmeliydi. çünkü, bunun hattâ sürç-ü lisan dahi olsa, geçiştirilmesi mümkün değildir.. ‘Cehl’ ile söylenmemişse, o zaman da zâten, bir ‘inad’ durumu söz konusu olur ki; o zaman tablo daha da değişir..
‘Laik-kemalist resmî ideoloji’nin yorumu söz konusu olunca, en uçuk yorumları yapan Baykal’ın, son zamanlarda İslâm konusunda ‘laik fetvâ’lar sâdır eylemeye kalkıştığı göz önüne getirildiğinde, bu gibi en temel itikadî bir konuda bile bu kadar bilgisiz veya dikkatsiz olması şaşırtıcıdır ve elem vericidir. Kendisine, bu gibi ince fıkhî yorumlara kalkışmadan önce, kendisini en sâde ve temel itikadî konularda, süzgeçten geçirmesi tavsiye olunur. Aksi halde, sadece kendisini mayınlı alanlara sürüklemekle kalmayacak, ideolojik çizgisine, mantıkî muhakemede bulunmaksızın sempati besleyenleri de yanıltacaktır.
¥
Bu hatırlatmadan sonra, son gelişmelere değinelim. Türkiye’deki son tartışma ve gelişmeler, Batı dünyasını derinden tedirgin etmişe benziyor ve ‘Acaba, Türkiye de İranlaşacak mıdır?’ diye soruluyor. Amerikan haftalıklarından Newsweek dergisi, son sayısında, ‘Gerçek bir türk Mü'mini..’ diye nitelediği ve ‘AB liderlerinin frenlemekte etkili olamadıkları Erdoğan’ın bir ‘balans ayarı’na tâbi tutulması gerekliliği’nden söz ediyordu..
Bu ‘balans ayarı’ lafını unutmadık değil mi? çevik Bir isimli bir orgeneral, T.C. Gen. Kur. 2. Başkanı sıfatıyla, 28 Şubat 1997 günlerinde Amerika’ya yaptığı gezilerinden birisinde, ‘Ordu olarak yaptıklarının, gerçekte demokrasiye bir balans ayarı olduğunu’ belirtmiş ve ‘Ben ve arkadaşlarım bu Hükûmet’le sonuna kadar mücadeleye kararlıyız!’ beyanında bulunmuştu..
O sırada Cezayir’deki askerî müdahalenin korkunç kanlı neticeleriyle dehşete kapılan dünya kamuoyunun yeni bir şok yaşamaması için, zamanın USA Dış Bakanı Madeleine Albright, Org. çevik Bir’e, açıkça, ‘Bu ayarı, yeni bir askeri müdahale ile değil, Meclis aritmetiği yoluyla yapınız..’ tavsiyesinde bulunuyor ve o tavsiyeye riayet olunduğu görülüyordu.
Aynı Batı dünyasının, 2003 Kasım'ında İstanbul’da arka arkaya patlayan bombalar üzerine, medya aracılığıyla, açıkça, ‘İstanbul ve Türkiye’nin Batı’ya aid olduğu ve asla terkedilmeyeceği’ sözlerinin ne mânâya geldiğini de bir kez daha düşünmeliyiz..
AK Parti’nin, başörtüsü konusundaki son Anayasa değişikliğiyle şimdiye kadar ‘en büyük ve en cesur reform paketi’ni açıkladığını belirten dergi, Erdoğan’ın AB üyeliğine inancını da sorguluyor ve onun, ‘AB reformlarını, dinî gündemi ilerletmek için araç olarak kullandığı’na, ‘Türkiye'yi demokratikleştirmekten çok İslâmlaştırmakla ilgilendiği’ne dikkat çekiyordu.
Baykal’ın ‘Türkiye'nin bir ‘karşı devrim’le karşı karşıya bulunduğu’ iddiasını da ciddîye alan Newsweek, “Erdoğan şimdi çok büyük bir balans ayarı ile karşı karşıya... AB ideallerine olan bağlılığı, önümüzdeki aylarda, ‘AB reformları mı, yoksa parti tabanının istediği reformlar mı?’ diye test edilecek..” diye yazıyordu..
Newsweek’in yorumlarını okurken, bunların, E. özkök’ün paralelinde kaleme alındığını düşündüm.. Kezâ, Meclis’teki son Anayasa oylaması sırasında Ankara-Sıhhiye Meydanı’nda yapılan mitinge katılan, hele de ‘kokona’ tipli, yaşlı kadınların yüzlerinden taşan dehşete kapılmışlık çizgilerini hatırladım.. Onlar da, bir asra varan tasallut ve tahakkümlerinin ellerinden çıkacağı korkusuyla, başörtüsü yasağının kaldırılmasından duydukları dehşeti öyle bir anlatıyorlardı ki; sanki, zincire vurulacaklarının korkusu içindeydiler.
Evet, laiklikçiler, kendi tahakküm imkânlarının ellerinden çıkmaması için, aralarındaki yığınla ihtilafları bir kenara bırakıp, aynı inançtan olanların temelde, ‘tek bir millet oldukları’ gerçeğini dünya çapında bir dayanışma sergiliyorlar ve korkularını, öyle bir dehşetle dünyaya yansıtıyorlardı ki; gelişmeleri tahlil etmesini bilmeyenler, bu korkuların gerçek olduğunu bile sanırlardı..
Ama bu korkularının, vehimlerinin esiri olanlar, bir asra yakın zamandır baskılar altında tuttukları geniş kitlelerin nasıl bir esaret zincirine vurulmuş olarak yaşadıklarını akletmek bile istemiyorlardı. Onlar sadece kendi anlayış ve zevklerine göre bir dünya kurmuşlardı. Bugün, uzlaşmacılığı esas alan bir siyasî faaliyet içinde problemleri halletmeye çalışanlara râzı olmayanlar, işte o zaman İran’daki gelişmeleri düşünüp daha bir düşünmeliler.
İran’da, dün, 29. yıldönümü kutlanan ve ‘mustez'af -Müslüman milyonlar’ın dev gösterilerle bağlılıklarını bir daha dünyaya gösterdikleri İslâm İnkılabı zaferi öncesinde, Müslüman hanımlara, laik Şahlık rejimi güçlerince nasıl baskılar yapıldığını ve örtülü hanımların, Tahran’ın sosyetik muhitlerine giremediği ve hattâ, taksilere bile bindirilmedikleri ağır baskıların, inkılabçı-devrimci bir yolla verilen mücadelenin sonunda elbette çok sert bir tepki göreceğini kabullenmeleri gerekir.. Buna rağmen, yine de İslâmî örtünmenin kamuya aid alanlarda (herhangi bir kanunî düzenleme hâlâ da yapılmadığı halde) fiilen uygulanması, nice direnişlerden sonra; o da, 1980-88 arası 8 yıl süren ‘İran-Irak Savaşı’nda onbinler halinde kurban veren ailelerin‚ ‘Biz, evladımızı İslâm’ın değerlerinin savunulması için kurban verdik, o halde bu ne laubalilik?’ gibi itirazlarıyla; ancak inkılabın 3. yılında gerçekleşebilmişti..
Türkiye’deki laikler, ikide bir, İran’daki uygulamayı öne sürmektedirler.. Kaldı ki, orada, iddia olunduğu gibi bir baskı da yoktur. Halkın çok büyük kesimleri, günlük hayatlarını, inanç ve ahlâk anlayışları çerçevesinde yaşadığı halde, sadece bir avuçcuk ‘Batı çarpılmışları’nı biraz frenleyen uygulamalar için bile feryadlar yükseltilmektedir. Eğer, İran’daki gibi sert bir tepkiyle karşılaşmak istenilmiyorsa; o zaman, halkın taleblerinin, uzlaşmacı sistem içinde karşılanması çabalarına ses çıkarmamaları, destek vermeleri, kendileri için en akıllı bir çözüm yolu olacaktır.. Tercih, kendilerinindir..


Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Selahaddin Çakırgil Arşivi