İslâm kardeşliği
Dünya görüşlerini, kamu ve toplum hayatında var olduğunu iddia ettikleri “din baskısı”nı kaldırma adına dayatılan “dini vicdanlara hapsetme” anlayışı ile şekillendiren bir kısım “laikçi”ler, son günlerde bir kez daha yoğunlaşan “açılım ve çözüm” arayışlarında “dinin birleştirici ve kaynaştırıcı gücü”nden söz edilmesini alaycı bir üslûpla eleştiriyorlar.
Dini bilmeyen ve yaşamayan bazı Müslümanların halini de bu iddialarına dayanak gösterip, geçmişte veya günümüzde cereyan eden birtakım talihsiz örneklere “delil” diye sarılıyorlar.
Ama esas mesele, kendi hayatlarında dine pek yer olmaması. Öyle olunca, herşeyi kendilerine göre, aynalarının gösterdiği gibi yorumluyorlar.
Halbuki görmedikleri ve görmek istemedikleri çok farklı bir dünya var. Farklı kavimlerden insanların, aynı dine mensubiyetin getirdiği ve “Mü’minler ancak kardeştir” ilâhî prensibinde ifadesini bulan derin kardeşlik bağlarıyla kaynaşıp kucaklaştığı muhteşem bir sevgi dünyası bu.
Asr-ı Saadette Ensarın inançları uğruna yurtlarını ve herşeylerini bırakıp hicret eden Muhacirlere kucak açarak ellerindeki herşeyi onlarla paylaşması ile tatbikattaki ilk örneği verilen bu kardeşlik ve dayanışma ruhu, bugün de yaşıyor.
Bu mânâyı boğmak ve baltalamak için ihdas edilen fitne, tuzak ve provokasyonlara rağmen...
Ve dinin doğru şekilde öğretilmediği bazı kişilerin bu mânâları zedeleyen tavırlarına rağmen...
Bunu böylece ifade ettikten sonra, konunun şu günlerde aktüel olan Türk-Kürt kardeşliği boyutuna ışık tutan ilginç bir anekdot aktaralım.
Said Nursî, İngiliz işgali altındaki İstanbul’da, Anadolu’daki millî mücadele hareketine verdiği desteği takdirle izleyen Ankara hükümetinin ısrarlı davetleriyle gittiği Birinci Meclisten, Van’da temelini attığı, ama Dünya Savaşının patlak vermesi sebebiyle yarım kalan üniversite projesini tamamlamak için destek ve tahsisat istediğinde, “dinde çok lâkayd, batılılaşma ve an’aneleri terk taraftarı” meb’uslar dahi, talebin kabulü ve öngörülen tahsisatın çıkarılması için imza verirler.
“Türkler İslâma çok hizmet etti”
Ama onlardan ikisi itiraz eder:
“Bizim şimdi geleneksel ve dinî ilimlerden ziyade batılılaşma ve medeniyete ihtiyacımız var.”
Said Nursî bu itiraza cevabında şu misali verir:
“Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: ‘Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?’ Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.’
“Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülamel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.’ ”
(Lâtif Salihoğlu, Müküslü Hamza olarak bildiğimiz bu talebeyi tepki olarak böyle bir tavra iten muallimlerin, derslerde Türkçülük telkinleri yapan Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail, Ziya Gökalp, Abdullah Cevdet, Ahmet Ferit, M. Emin Yurdakul gibi isimler olduğunu yazdı—25.6.09)
Bediüzzaman, sonrasını da şöyle anlatıyor:
“Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.” (Emirdağ, 844-5)
Devamında, o iki meb’usa dönüp, bu coğrafyada milyonlarca Kürt, İranlı, Hintli, Arap ve Kafkas’ın yaşadığını hatırlatarak, “Acaba komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve İslâm kardeşliğini tanımayan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir?” diye sorar ve onlar da kalkıp, tahsisatın kabulü için imza verirler.
Bu diyalogun farklı bir tahlilini ayrıca yapalım.