Türk-Kürt kardeşliği
Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme “Türkler İslâma çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” diye sorup ondan “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar” cevabı aldığını anlatan Bediüzzaman, savaş ve esaret sebebiyle ayrı kaldığı o talebenin tahsile devam için gittiği İstanbul’da bazı Türkçü muallimlere tepki olarak Kürtçü çizgiye kaydığını, bunu “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum” sözüyle ifade ettiğini ve kendisinin onu birkaç sohbette kurtararak, yeniden “Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur” kanaatine döndürdüğünü söylüyor.
Herkesin dilinde dolaşan, ama mâlûm fitneler sebebiyle bir miktar zedelenen “Türk-Kürt kardeşliği”ni tekrar ihya edip kurtarmanın ve kuvvetlendirmenin en sağlam formüllerinden biri, bu anekdottan çıkan mesajla önümüze konuyor.
Aslında Said Nursî’nin başından beri Kürtlere yaptığı ısrarlı tavsiye, Türklerle birlikte olmak.
Meselâ, 2. Meşrutiyet döneminde Kürt hamallara hitap ederken, “Altı yüz seneden beri bayrakı tevhidi umum âleme karşı ilân eden; ve istibdada şiddet-i itaat ve terk-i âdât-ı milliye ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz” dedikten sonra şu ilginç tesbiti yapıyor:
“Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti; mecmuumuz (hepimiz) bir iyi insan oluruz. Hodserane (serkeşlik) yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz...”
Ve “İyi evlât böyle olur” deyip devam ediyor:
“Hem de istibdat zamanında bir batman itaat etmişsek, şimdi bin batman itaat ve ittihad farzdır. Zira şimdi sırf menfaati göreceğiz. Çünkü hükümet-i meşruta, hakikî hükümet-i meşruadır.” (Nutuk, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 186)
Nur camiasından alınacak dersler
Türklerle Kürtler arasındaki irtibatı peder-evlât ilişkisiyle bir tutarak konuyu bir aile sıcaklığı ortamına taşıyan ve böylece ayrılıkçı duyguları besleyen komplekslere gerek olmadığını ima eden Said Nursî’nin, “Türkleri, istibdada aşırı itaat edip millî âdetlerini terk etmeleri ihtiyarlattı” tesbitini dile getirdikten sonra, onların düştüğü bu zaaftan istifade edip ayrı bayrak açmak yerine, “Kuvvet ve cesaretimizi onlara hediye edelim” tavsiyesinde bulunması ayrıca dikkat çekici.
Bediüzzaman’ın İslâm ortak paydasında Türk-Kürt kardeşliğine vurgu yapan kuvvetli ifadelerini, Türkleri ondan soğutma kast-ı mahsusuyla “Kürtlüğü”nün nazara verildiği Eskişehir mahkemesindeki müdafaalarında da görmekteyiz:
“Ben herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürt diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakikî ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim (şahit gösterebilirim).” (Tarihçe-i Hayat, s. 356)
Başka yerlerde de buna benzer birçok ifadesi var Üstadın. Ve o zaman bahsettiği “bin Türk gençleri” bugün milyonlara erişmiş bulunuyor.
Onun içindir ki, bu derslerle yetişen Nur camiası, Türklerin de, Kürtlerin de, başka etnik menşelerden gelenlerin de son derece fıtrî bir şekilde ve iman kardeşliği potasında kaynaşıp kucaklaştıkları, birbirlerine “Sen hangi etnik kökenden geliyorsun?” diye sormadıkları ve bunu merak dahi etmedikleri örnek bir tablo oluşturuyor.
Bölünme korkusuyla yatıp kalkanların bu tablodan almaları gereken çok önemli dersler var.