Türklüğe de suikast
Bediüzzaman Türk kimliğinin Müslümanlıkla ne kadar bütünleştiğini vurguladıktan sonra Türklere şöyle sesleniyor:
“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizac etmiş (kaynaşmış), ondan kabil-i tefrik (ayrılması mümkün) değil. Tefrik etsen mahvsın. Bütün senin mazideki mefahirin (iftihar vesilesi olan icraatın) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir zemin yüzünde (yeryüzünde) hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme.” (Mektubat, s. 543-4)
Bu mefahirden kasıt, İslâmın bayraktarı olarak yaşanmış bin senelik tarihin şan ve şeref levhaları ile hayatın her alanındaki medeniyet eserleri.
İslâm ve dünya başkenti İstanbul’un benzersiz ve muhteşem silüetine şekil veren zarif Osmanlı kubbe ve minareleri, yüzyıllardır hiçbir kuvvetin silemediği mefahirin ilk akla gelen örnekleri...
Gerek Türkiye topraklarında, gerek diğer İslâm beldelerinde benzer daha nice mefahir var.
Ve çok daha önemlisi, Türklerin de muazzam katkılarıyla gelişen İslâm medeniyetinin temellerini atıp, her alanda inkişafına katkıda bulunan çok kıymetli fikir, gönül, ilim, aksiyon insanları.
Kur’ân’ın rehberliğinde fikir ve ilim dünyasına yeni ufuklar açan mütefekkirler; gönülleri aydınlatan maneviyat sultanları; şefkat, izzet ve dirayet eksenli yönetimleriyle, hükmettikleri her yere adalet ve hizmet götüren devlet adamları; hayatın derunî boyutunu zenginleştiren sanatkârlar...
Asırlar boyu, nesilden nesile devredilerek bugünlere ulaşan bu mefahir için, Türklere “Kalbinizden de silmeyin” diyor Bediüzzaman. Neden?
Sualin cevabı, bu sözlerin, İslâmla kaynaşmış ve bütünleşmiş bir Türk kimliğinin geliştirilerek muhafazasının çok daha büyük önem kazandığı bir dönemde kayda geçirilmiş olmasında yatıyor.
Onun bu hatırlatma ve tavsiyeleri yaptığı dönemde “Din yok, milliyet var” anlayışıyla, İslâmdan arındırılmış bir Türkçülük ideolojisini ikame etmek için yoğun bir kampanya başlatılmıştı.
M. Kemal’in “Türkler Arapların dinini kabul etmezden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra bu din Türk milletinin millî rabıtalarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuttu. Muhammed’in dinini kabul edenler kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeye mecburdular” sözleri bunun bir ifadesiydi.
Türklerin “bilmedikleri ve anlamadıkları bir dille” yazılan Kur’ân’ı okumalarını “Beyni sulanmış hafızlara döndüler” diyerek aşağılaması da.
(Bu bilgiler, Atatürk’e en yakın isimlerden Afetinan’ın hazırladığı “Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları” kitabında mevcut.)
Türkçü milliyetçiliğin, bütün toplumsal ve kamusal alanlardan dışladığı, hattâ özel hayat alanlarındaki tezahürlerine bile tahammül edemediği dini tamamen vicdanlara hapsetmeye çalışan katı, bağnaz ve saldırgan bir laikçi anlayışla beraber uygulanması, herkes gibi, hattâ diğer unsurlardan çok daha fazla Türklere zarar verdi.
Dersim’e dair sözleriyle Atatürk devrinde yaşanan trajik olaylardan birini gündeme getiren Öymen diyor ki: “ ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sözünü küçümseyeni devlet düşmanı sayarız.”
Bu zihniyetin kendi despot anlayışını devlete mal etmekle yetinmeyip, mutluluk gibi, insanın maneviyatındaki iç dinamiklerle doğrudan irtibatlı bir ruh halini dahi tepeden inme sloganlarla dayatarak, bütün ipleri elinde tuttuğu dönemlerde, etnik kökeni Türk olan insanları da canından bezdiren istibdat politikaları uygulamış olması, işin ibretli ve ironik vechesini oluşturuyor.
Bağnaz laikçi bir zihniyetin refakatinde uygulanan Türkçü politikalar Türkleri de ezmedi mi?
Peki, bu sıkı laikçi ve Türkçü politikaların mimarları, fikir babaları, keskin uygulayıcıları Türk müydü? Tarihî kayıtlar öyle olmadığını gösteriyor. Türkçülük adıyla Türklüğe yapılan suikastın bu yönü de, işin dikkate değer ayrı bir vechesi.