Taarruzdan savunmaya
Geçen haftanın son günlerine damgasını vuran gelişmelerden biri, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un, Trabzon’da bir savaş gemisine çıkıp, yine arkasına çok sayıda komutanı alarak yargıya, siyasetçilere, akademisyenlere ve medyaya ayar vermesiydi.
Mesajlarını Oruç Reis Firkateyninden vermesindeki “özel anlam”a bilhassa vurgu yapmayı da ihmal etmedi Başbuğ, ama bu özel anlam pek anlaşılamamış olmalı ki, farklı yorumlar yapıldı.
Bazı emekli subaylar “Oruç Reis denizlerde Türk hakimiyetinin sembolü bir isim. Başbuğ’un o ismi taşıyan gemiden konuşması da bir güç gösterisi” kabilinden değerlendirmeler yaptılar.
Ama bu mânâdaki bir güç gösterisinde muhatabın dışarıdaki askerî adresler olması gerekirken, konuşmadaki mesajların içeriye dönük olması, söz konusu tevilleri farklı bir alana taşıdı.
Emekli bir deniz albayının, dünyada devlet adamlarının tarihî açıklamalarını savaş gemilerinden yaptıklarını söylerken, “Meselâ Bush savaşın bittiğini bir uçak gemisinde açıkladı” örneğini vermesi ise ilginç çelişkileri gündeme taşıdı.
Çünkü Bush “sivil” bir devlet başkanı olarak, başlattığı savaşın bittiğini bizzat kendisi açıklarken, Başbuğ sivil otoriteyi kaale almayan geleneksel TSK tavrını sürdürerek, içe dönük yeni bir “karşı psikolojik harekât”ın startını veriyor...
Bu bağlamda, açıklama mekânı olarak firkateynin tercih edilmesinden, Deniz Kuvvetlerindeki “amirallere suikast” iddialarıyla ilgili soruşturmalara müteallik mesajlar çıkaranlar da oldu.
Soruşturmada adı geçenlerden bir deniz yarbayının, tutuklanıp bırakıldıktan sonra, hakkında tekrar yakalama emri çıkarılmasını takiben evinde ölü bulunması ise, yakın zamanda askerî cenahta sıklaşan esrarengiz ölümler silsilesinin yeni bir halkası oldu. Öncekiler gibi bu olay için de “Gerçekten iddia edildiği gibi intihar mı, yoksa işin içinde başka işler mi var?” diye soruluyor.
Bu sualin de, bağlantılı diğer istifhamların da cevabını ortaya çıkarmakla görevli olan adlî makamların, “Bizimle işbirliği yapın, yoksa çatışma çıkar” ültimatomuna muhatap kılınması, cereyan eden trajik hadiselerin oluşturduğu sıkıntılı ortamda son derece büyük bir talihsizlik oldu.
Genelkurmay’ın, bir taraftan her açıklamasında yargıya ve hukuka saygıdan dem vurup, hattâ firkateyn bildirisinde dahi bu yönde ifadeler kullanırken, diğer taraftan adlî makamlara böyle bir “muhtıra” ve talimat vermesi hiç olacak şey mi?
Gerçi, bizzat yaptığı suç duyurularıyla açılan dâvâların kendi talebi yönünde sonuçlanması için el altından sonuna kadar takipçi olan bir kurum için bunun yadırganacak bir tarafı pek yok.
Hele 28 Şubat’ta yargı mensuplarına verilen karargâh brifinglerini ve Başbuğ’un seleflerinden Kıvrıkoğlu’nun İstanbul DGM’yi “irticaya karşı gevşek davranmak“la suçladığını hatırlar isek...
Bu yönüyle Başbuğ’un firkateyn çıkışı, Kıvrıkoğlu’nun DGM muhtırasının yeni bir versiyonu olarak kayıtlara geçecek. Aradaki fark, bu defa savunma-taarruz pozisyonlarının yer değiştirmiş olması. Kıvrıkoğlu’nunki “irticaya karşı bir taarruz” harekâtını fişeklemişti, Başbuğ’unki ise TSK içinde var olduğundan kuşku duyulan yasadışı oluşumların üzerine gidilmeye çalışılan süreçte, savunma pozisyonundaki bir manevra.
Gerçi Başbuğ “Demokrasi ve hukuka uymayan hiç kimseyi TSK’da barındırmayız” diyor ve suç işlediği iddia edilenleri yargıya teslim ettiklerini söylüyor; ama yargı sürecinde yaşananlar ve özellikle çifte standart kuşkusuna yol açan bazı karar ve tasarruflar, tartışma konusu oluyor.
Ergenekon dâvâlarında tutuklu yargılanan kimi asker kökenli sanıkların “Biz buradayız, ama talimatlarıyla iş yaptığımız komutanlarımız nerede?” diyerek seslendirdikleri serzenişler, bunun taze örnek ve tezahürlerinden sadece biri.
Başbuğ’un adlî makamlara verdiği muhtıraya karşı, her fırsatta yargı bağımsızlığından dem vuran kurumların sessizliği de işin bir diğer yönü.