IMF gitti, dertler bitti mi?
IMF Bretton Woods Anlaşması ile 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist sistemin ekonomi politikalarının tüm ülkelerde hakim kılınması için kurulmuş bir örgüttü. Zamanla bu kuruluş, dünya ülkelerini kapitalist dünya sistemine uyumlu hale getirmek için kullanılmaya başlandı. IMF'nin getirdiği tüm kontroller ve yükümlülükler, ülkeleri kapitalist sisteme bağlamak üzerine kuruluydu. Türkiye'de bu düzen içerisinde yerini almak için 1947 yılında İsmet İnönü döneminde IMF üyesi oldu. 1958 yılında ise Adnan Menderes'in Başbakanlığı döneminde ilk borcunu aldı. İlk stand-by anlaşması ise Cemal Gürsel'in Cumhurbaşkanlığı döneminde 1 Ocak 1961'de yapıldı. Sene 1947, sene 2010. Türkiye 63 senedir IMF mandasında. Şimdi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti'nin artık yoluna IMF'siz devam edeceğini açıkladı. Yani, bir anlamda 'One Minute' benzeri bir şov yaptı. Ancak baktığınızda Başbakan haklıdır, zira bugün Türkiye ile IMF arasında bir stand-by gereksiz hale gelmiştir. Çünkü Türkiye ekonomisi 1980'li yıllardan bugüne neo-liberal ilkeler doğrultusunda yeniden şekillendirilmiş ve dünya kapitalist sistemine bağlı ve bağımlı hale getirilmiştir. Zaten, sokağa biraz olsun bakıp işsizliği, yoksulluğu görenler de bu bağımlılığın nereye uzandığını anında kavrayacaklardır. Tabi, burada mesele IMF'yle anlaşma yapıp yapmama değil, hangi programı nasıl uyguladığın meselesidir. Ve ne maksatla uyguladığı meselesidir. Bana göre hükümet 2011 yılındaki seçimlere kadar, kaynakların IMF programları üzerinden kendisine aktarılmasını isteyen sermayeye karşı zaman kazanmak için bu adımı atmıştır. Ve "dayatmalara boyun eğmiyoruz" diyerek 'tribünlere seçim mesajı' vermiştir.
Dolayısıyla, Erdoğan'ın IMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalamamış olması 'IMF'ye veda' anlamı taşımamaktadır; yukarıda da bahsettiğimiz üzere IMF'ye bağımlılığımız sürmektedir ve Türkiye'nin IMF üyeliği de devam etmektedir. Yani ortada bir yanıltmaca vardır; kandırmaca vardır. Evet, IMF ile sadece bu dönemdeki pazarlık süreci bitmiştir. Bu da, seçimden sonra yeniden görüşülmeyeceği, yeni bir anlaşma yapılmayacağı anlamına gelmemektedir. Zira, Bakan Ali Babacan'ın şu sözleri de bunu teyit etmektedir: "IMF olsa da olmasa da uygulamalarımız Orta Vadeli Program dahilinde sürecek. Mayıs ayına kadar görüşmelere bir süre ara vermekte fayda görüyoruz. Gözden geçirmenin ardından IMF'yle anlaşmaya varılabilir. Ancak anlaşmaya acil bir ihtiyacımız yok. Stand-by'a mecbur değiliz."
Babacan'ın bu sözlerinden de anlaşılacağı üzere Türkiye, bugün için IMF ile stand-by anlaşması yapmayacaktır ama IMF programının dikte ettiği bütün talepleri Orta Vadeli Program (OVP) çerçevesinde yerine getirecektir. Zaten Eylül 2009'da açıklanan ve 2010-2012 yıllarını kapsayan OVP'de, bir stand-by anlaşmasından pek de farklı değildir. OVP'nin hedeflerinin başında kriz sonrasında artan bütçe açığının kapatılması için "mali disiplin" ve "küresel rekabete uyum" gelmektedir. OVP kapsamında 2010 bütçesine de yansıyan mali disiplin, bütçe gelirlerinin arttırılmasını ve bütçe giderlerinin azaltılmasını öngörmektedir. Bütçe gelirlerinin arttırılması için toplumdan alınan vergilerin ve özelleştirme gelirlerinin arttırılması amaçlanmaktadır. Bütçe giderlerinin azaltılması için de personel giderlerinin (personel sayısı azaltılarak ve ücretler baskılanarak) ve başta sağlık olmak üzere (global sağlık bütçesi yoluyla sağlıkta tasarruf) kamu harcamalarının azaltılması öngörülmektedir. OVP'nin küresel rekabete uyuma yönelik hedefleriyse esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, eğitim sisteminin sermayenin taleplerine göre uyarlanması ve teşvik adı atında sermayeye kaynak aktarılmasından ibarettir.
Öte taraftan hükümet, Orta Vadeli Program'da mali kurala geçiş konusundaki hazırlıklarını da tamamlamayı planlamaktadır. Çünkü bu da IMF'nin yapmak istediği anlaşma koşullarından bir tanesidir. Şimdi hükümet Mayıs'a kadar bunu yasalaştıracak. Peki, bir kısım liberal ve televoleci ekonomi yazarlarına göre IMF anlaşmasından bile önemli olan mali kural nedir ve ne getirmektedir? O yazarlara göre, Mali Kural şudur: "Malum bütçeyi siyasal iktidarlar yapar. Siyasal iktidarların ekonomik ufku seçim zamanlamasıyla sınırlıdır. Bu nedenle seçimlerden bir-iki yıl önce harcamalara gaz vermek çok caziptir. Bu gazın sonuçları genelde seçimlerden sonra tam olarak ortaya çıkar. Bu arada mevcut iktidar yeniden iş başına gelebilir. Zaten bunu istemektedir. Bu durumda "gün doğmadan neler doğar" anlayışına sığınılır. Ya da iktidar tutarsız partiler koalisyonu tarafından oluşturulmaktadır. Bu durumda genelde seçim takviminden bağımsız olarak harcama eğilimi doğal olarak artar. Türkiye 1950'lerden bu yana bu türden mali disiplin bozulmalarını pek çok kez yaşamış ve kalkınma açısından ağır bedeller ödemiştir. Mali Kural bu yapısal bozukluğu önlemeyi amaçlar"
Şimdi bu beylere sormak lazım: İyi de Mali Kural zaten yıllardır uygulanıyor muydu? Ne değişti de ortalığı velveleye veriyorsunuz? Onlardan önce biz söyleyelim: Sadece bundan sonra bu kurallar yazılı olacak. Demek ki yapılanlar yetmedi, kural olarak yasalara geçecek. Burada iktidarın yaptığı piyasalara mesaj vermektir. 'Ben IMF anlaşmadım ama bakın, mali kural uyguluyorum' diyerek, OVP'de olduğu gibi rahatlama sağlamak isteyecektir. Ancak, böylesi bir kural, 'mali sorumluluk yasaları' denen hukuki düzenlemelerle devreye girecek ve yasa hükmü olduğu için sınırın aşılması yasanın çiğnenmesi anlamına gelecektir. Böylece, faizden döviz kuruna birçok ekonomik parametreye hükmetme yetkisinden mahrum bırakılmış, Merkez Bankası'nı 'bağımsızlık' adı altında yine IMF'nin idaresine terk etmiş milletvekilleri, toplanacak vergiye de yapılacak bütçe harcamasına da kendileri karar veremeyecek, yasa gereği verilmiş sayısal sınırlar içinde kalmaya mecbur olacaklar. Bir anlamda, devletin küçülmesi, kamunun yatırımcı ve sosyal özelliklerinin iyice budanması ve kamusal alanın özelleştirilme, ticarileştirilme, piyasalaştırılmasının önündeki tüm engeller, yasal bir düzenleme ile garanti altına alınmış olacaktır.
Bir zamanlar Süleyman Demirel de 'Kamu Kesimi Borçlanma Gereği' diye bir kavram ortaya atmıştı. O dönemki iktidarlarda yıllarca bu konuşuldu. Bir ara ortaya faiz dışı fazla kavramı atıldı. İşte şimdi de bunun yerine Mali Kural kavramı getiriliyor. Aslına bakarsanız,1998'den bu yana IMF ile birlikte Türkiye zaten kurallara bağlı bir ekonomiyle idare ediliyordu. 'Gelirlere tavan konacak, giderlere limit getirilecek' deniyordu. Bu zaten yazılı olmadan IMF izleme anlaşmalarından bu yana yapılıyordu. Ne değişti? Hiçbir şey. Çalışanların maaş artışları kurlarla bağlandı, ancak rantiyeye, sermayeye faiz ödemesindeki esneklik kalkmadı. Onlar paralarını yine tıkır tıkır aldı.
Özü itibariyle IMF'nin stand-by anlaşmalarından farklı olmayan OVP ve Mali Kural, AB'nin neo-liberal politikalar çerçevesinde hazırlanmıştır. Dolayısıyla ekonomi yönetiminin IMF'nin mi yoksa AB'nin mi ya da OECD'nin güdümünde yürüdüğünün fazla bir önemi yoktur. Daha önceki gün OECD'nin yaptığı açıklamaya bir bakın, IMF'nin dayatmalarını aratıyor mu? OECD yayınladığı yeni raporda, Türkiye'ye kıdem tazminatlarının kaldırılması, erken emekliliğin özendirilmemesi, orta öğretim müfredatının istihdam piyasası ihtiyaçlarına göre revize edilmesi, asgari ücretin ortalama ücrete göre daha düşük tutulması, kamu mülkiyeti kapsamının daraltılması gibi emek düşmanı tavsiyelerde bulunuyor. Hele ekonomik verimlilik (!) için öne sürdüğü bir şart var ki, akıllara ziyan. Asgari ücret, ortalama ücrete göre daha düşük tutulması gerekirmiş! Düşünebiliyor musunuz; asgari ücretin açlık sınırından bile düşük olduğu bir ülkede siz bu ücretin genel ortalamaya göre daha da düşük olmasını istiyorsunuz.
Sonuçta yeterli tepki gösterilmediği sürece kapitalizmin hangi kurumu üzerinden gelirse gelsin işsizlik, yoksulluk ve sömürü giderek derinleşecektir. Bir vesayet/manda kurumu olan IMF'nin boyunduruğundan ülkemiz asla kurtulamayacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.