Güleriz, ağlanacak halimize..
‘Gariban Akşamcı’ Engin Ardıç’a ‘atatürk düşmanı’ diyorlardı, zaman zaman.. Halbuki, adamcağız, akşamdaaan akşama, çilingir sofrası başında demlenirken, yine de kafayı çalıştırıp, bazı despotlukların, hem de M. Kemal adına ve ardına sığınılarak yapılmasına karşı itirazlarını dile getiriyor, öyle yapanların düştükleri komik ve hattâ soytarıca durumları sergiliyor ve bu durumun komünist Sovyet Rusya’da Lenin ve Stalin’e yapılan ilahlaştırma- putlaştırma çabalarına benzediğini anlatmaya çalışıyordu.. Nitekim, 10 Aralık tarihli yazısında, kendisine yapılan bu suçlamaya karşı kendisinin, ‘kemalist değil, atatürkçü olduğunu’ ikrar etmek mecburiyetini duyarak şöyle diyordu:
‘(...)Ben Atatürk düşmanı değilim. (…) Ancak... Ben Atatürk’e, muhterem Türk faşistleri gibi “Tanrı” gözüyle bakmıyorum, ona tapmıyorum. Tam tersine, böyle bakılmasının ve davranılmasının ne kadar yanlış olduğunu, bunun Atatürk düşmanlarının ekmeğine nasıl yağ sürdüğünü anlatmaktan dilimde tüy, kalemimde mürekkep bitti. (...) Haaa, mesele şu: Atatürk adına yapılan hıyarlıkları eleştirmek, Atatürk’ü eleştirmek sanılıyor. (…) Ayrıca Atatürk’ün de eleştirilecek yanları yok değildir: En önemlisi, şu “güneş-dil teorisi” yanlışı.
Olsun, ben onu yanlışlarıyla da çok severim, içkisiyle de, yalnızlığıyla da. (…)’
Şimdi Ardıç’a bir de ‘şeriatçılık’ suçlamasının eklendiğini öğreniyoruz.. Adamcağız, dün de, ‘Ben neymişim be abi?’ diye, şöyle diyordu: ‘...Bana Yahudi de dediler, Ermeni de... (...) Bir başka manyak, dönüp dönüp, Boğaziçi’nde deniz manzaralı bir köşkte oturduğumu iddia ediyordu. (...) Şimdi de bir başka sapık, 1986 yılında Turgut Özal’la birlikte hac zamanı Suudi Arabistan’a gittiğimi, orada sarayda ağırlandığımı, bu nedenle “o günden beri Suudi yaşam tarzına yakınlık duyduğumu” yazmış.
Böyle bir geziye katılmadım, o ülkeye hayatımda hiç ayak basmadım. Eşinin başı açık, her akşam bir şişe şarap, kesmeyince de birkaç duble viski deviren, en son 1961 yılında namaz kılmış ve oruç da tutmayan adamın o yaşam tarzına nasıl hayranlık beslediğini de anlayamadım.’
Hatırlayacaksınız, Hürriyet’in Gen. Yy. Yön. E. Özkök de, ‘Son olarak ortaokul ikideyken namaz kıldığını, onun üzerinden kırk yıldan fazla zaman geçtiğini’ yazmıştı, geçenlerde..
Bizim kimsenin ibadetinin çetelesini tutacak ne hâlimiz vardır, ne de yetkimiz.. O, onlarla Hâlık’ları arasındaki bir konudur.. Ve keşke, bu gibi konularda herkes de açık yürekli olsa..
Ancaak, üzerinde asıl durulması gereken konu, tarihimizdeki yeri, rolü, etkisi ortada olan ve ölümü üzerinden 70 yıla yakın bir süre geçen bir kişinin, geçmişte hiçbir Padişah’a yapılmamış şekilde, hâlâ da kanunla korunmak durumunda bırakılması..
Bu, onun adına bir ‘myth’ , hattâ bir ‘ikon’ oluşturulduğunun ve az bir eleştiri yolu açılacak olsa, onun buharlaşıvereceğinden çok; o’ndan geçinenlerin faydalanma ve iktidar kapılarının kapanacağından korktuklarındandır.. Ki, bir temel özelliği de ‘her türlü kutsal’a karşı olmak’ olan laikliğin, kendisini ayakta tutmak için de bir ‘laik kutsal’ oluşturmak zorunda kalması, ironi ve paradoksun, mantıkî tutarsızlık ve çelişkinin ötesinde bir durumdur. Yakın tarihin bu kadar örtülü kalması ve nesillerin beyinlerinin bu kadar safsatalarla doldurulmasına E. Ardıç’ın bile karşı çıkmak gereğini duyması, mes’elenin bir ‘gizli sosyal facia’ boyutunda olmasındandır.
Evvelki gün, bir yazıda, M. Kemal’in ‘alevî’ olabileceği çekinilerek yazılmıştı; sanki ‘alevî’ olmak suç imiş gibi.. Halbuki, bugünkü resmî ve hukukî korumalar oldukça M. Kemal’in ne olduğunun anlaşılamayacağını bilmek gerekiyor.. Kaldı ki, kişinin anne-babasının ne olduğu değil, kendisinin ne olduğudur, önemli olan.. Ama, işte bu, hâlâ anlaşılamaz.. Ve, bir kişi hür olarak tartışılamadığında ortaya, ya bir ‘myth’ çıkar; ya da gizlice ve gelişigüzel şekilde suçlamalar.. O alevîlik isnadının olduğu habere yazılan yüzlerce yorum, toplumumuzun bu konudaki cehlini ve bilgi seviyesini de ortaya koyabilecek ipuçları taşıyordu..
Dün de, Latîfe Hanım’ın Amerika’da 1926’larda yayınlanan bir mektubu sözkonusu oldu, medyada.. Latîfe Hanım, 1923-25 arası, 1,5 yıl kadar, M. Kemal’le evli kalan bir hanım.. 1976’da vefat etti.. Onun ‘hâtırât’ının yayınlanması, T. Tarih Kurumu Başkanı’nın açık beyanlarıyla, ‘T.C. tarihinin yeniden yazılmasını gerektirecek çapta..’ diye nitelendiğinden, mahkeme kararıyla süresiz olarak yasaklandı..
Medyada yer alan bu son habere göre, 21 Şubat 1926 tarihinde Boston Advertiser gazetesinde, bir mektub yayınlanmış.. Araştırmacı Rifat N. Bali, bu mektubun Latîfe Hanım’a aid olduğunu yazıyor ve ona, 1920’li yıllarda Türkiye’deki ilk Amerikan Yüksek Komiseri olan Amiral Bristol’un evrakı arasındaki bir raporda rastlamış. Mektubun ifadesi çok sertmiş.. M. Kemal’in, bazı kanunları hazırlarken çevresinden olumsuz şekilde etkilendiğini anlatan Latîfe Hanım, bu kanunlara örnek olarak tekke ve zaviyelerin ve onlara has kıyafetlerin yasaklanmasını gösteriyor ve ‘Bir ülkenin yasalarının o ülke halkının hayat tecrübelerinin birikimi olduğu, zarurî durumlarda tepeden baskı ile reformların yapılabileceğini, fakat geleneklerin zorla değiştirilemeyeceğine’ değiniyor ve ‘çarşafın yasaklaması ve kadınlara hangi kıyafeti giymesi gerektiği, yukarıdan zorla kabul ettirilemez.” diyor ve çok daha sert suçlamalara yer veriyor ve hattâ, ‘M. Kemal’i etkisi altına alan şeytanî bir kadın’dan da sözediyormuş..
M. Kemal konusundaki araştırmalarıyla bilinen Andrew Mango ise, bu ‘şeytanî kadının, Halide Edib (Adıvar) olduğunu’ iddia ediyor..
Hatırlayalım ki, Halide Edib ve eşi Dr. Adnan Bey (Adıvar) M. Kemal’le zıdlaşıp, 1928’de ülkeyi terketmiş ve o zaman İngiltere elinde olan Hindistan’da Bombay Üni.’de dersler vermiş ve bu arada, ‘Türkiye’nin işi Tanrı’ya kaldı..’ isminde bir kitab yazarak, M. Kemal’in devrim adına yaptıklarına şiddetle karşı çıkmışlardı.. Ki, bu ing. kitab, türkçeye hâlâ da tercüme edilmemiştir..
Adıvar’lar 1945’lerde Türkiye’ye dönüp, Halide Edib DP m.vekili olarak Meclis’e bile girmiş ve ‘M. Kemal’i koruma kanunu’ çıkarılmasına şiddetle muhalefet etmişti..
Tarihini öğrenemeyenler kökü kesik bir ağaç durumuna düşmekten kurtulamazlar..
*NOT: Konfeksiyon (hazırgiyim) sektörünün ünlü ismi Vitali Hakko ölmüş.. O, sırtını kemalist rejime dayadığı için kendisini gizlemeye gerek duymayan ve siyonizme vargücüyle destek veren ve İsrail rejiminin her cinayetine alkış tutan birisi idi.. Kendi biografisinde, ‘Bize hız veren Atatürk devrimleriydi. Şapka devrimi, kıyafet devrimi olmasaydı, Vakko da olmazdı..’ diyecek kadar da, ‘kadirşinâs’ (!) idi. (Bu notun yukardaki konuyla ilgisini de siz çözünüz, yer kalmadı.)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.