Biat kültürü
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok’un “Temel ayrılık, özgürlükçü ve gerçekten hukukun egemen olduğu bir Türkiye’yi savunan hukukçularla, tarikat, cemaat, biat kültüründen geçmiş hukukçular arasında” yorumunun daha derin tahliline ihtiyaç var.
Bu sözlerde, aylardır, hattâ yıllardır ülke gündeminin ilk sırasına yerleşen “hukukun üstünlüğü, yargı vesayeti, yargıçlar iktidarı” ve “Yürütme mi yargıyı, yargı mı yürütme ve yasamayı kuşatıyor?” tartışmalarının temelindeki çok daha esaslı bir zihniyet mücadelesine atıf yapılıyor.
Mücadelenin bir tarafında resmî ideolojiyi ve onun belirlediği devlet yapısını savunanlar; diğer tarafında bu statükoyu değiştirip, gerçek anlamda demokrasi ve hukuku isteyenler olmalı.
Ama Özok’un tasnifinde farklı bir mantık var.
Ona göre, cemaat ve tarikat mensubiyeti biat kültürü anlamına geliyor ve bu kültürle demokrasi de, hukuk devleti de olmaz. Çağdaş, aydınlık ve özgürlükçü anlayış ise, buna karşı, Türkiye’yi gerçek hukuk devleti kılmak için çaba harcıyor.
Özok’un yorumu, öncesini saymazsak, cumhuriyetin kuruluşundan beri elit zümrede hakim olan ve ilerleyip çağdaşlaşma önündeki en büyük engelin, toplumun dinine ve geleneklerine bağlılığı olduğunu iddia eden mantığı yansıtıyor.
Gerçi ona sorulacak olsa, büyük ihtimalle bu yorumu reddedecek; “Ne münasebet! Biz toplumun inançlarına saygılıyız” diyecektir. Ama bilhassa cemaat intisabını biat kültürüyle birlikte zikretmesi, evvelce cemaat meselesini farklı bir bağlamda gündeme getirmiş olan Org. İlker Başbuğ’a ayrı bir cenahtan destek anlamını da taşıyor.
İşte burada ayırd edilmesi gereken ince noktalar var. Ve özellikle Said Nursî’nin yaptığı tariflerle verdiği ölçülerin dikkatle irdelenmesi gerekiyor. Çünkü Bediüzzaman, hürriyet, demokrasi ve özgürlüklerin önemini vurgulayıp, baskı, tahakküm ve istibdatla beraber, “sorgusuz sualsiz, kayıtsız şartsız bir biat” anlayışını da reddediyor.
Padişahlık devrinde mutlak iktidarı elinde bulunduran hükümdar için “Peygamberin yolunda gidiyorsa halifedir, yoksa hayduttur” diyebiliyor.
Kaba kuvvete dayalı ağalık devrinin geçtiğini, yeni girilen çağda yükselen değerlerin akıl, ilim ve kamuoyu olduğunu yüz yıl önce vurguluyor.
Ne sorduysa “Ağamız bilir” cevabını veren çobanı, “Öyleyse ağanın cebindeki aklınla konuşuyorum” diyerek uyarıp şuurlandırmaya çalışıyor.
“Âlim ve şeyhler ilim ve faziletleriyle bizden üstün, onun için bize tahakküm etmek haklarıdır” diyen muhataplarına, “Kim tahakküm ediyorsa şeyhlik taslayan bir çocuk hükmündedir, siz de büyük tanımayınız” diyerek, cehalete dayanan bir teslimiyet ve itaat kültürünü yıkıyor.
“Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti de müstebit eder” ifadesi de ona ait.
Said Nursî’nin eserlerinde bu minval üzere daha birçok çarpıcı örnek var. Ve garip olan şey, “feodal yapıyı ortadan kaldırma” iddiasıyla icraata koyulan Kemalist rejimin, dayatmacı ve ayrımcı politikalarıyla bu yapıyı daha da güçlendirmesi ve insanların kalp ve gönüllerine seslenerek, barışçı ve yumuşak bir geçişle o yapıyı bitirecek yaklaşımları ortaya koymuş olan Bediüzzaman’ı da bir numaralı hedef olarak görmesi...
2010 Türkiye’sinde “din kaynaklı biat kültürü” demokrasi ve hukuk devleti için bir tehlike olarak görülüyorsa, çaresi yine Bediüzzaman’da.
Madalyonun diğer yüzündeki “biat kültürüne karşı çağdaş ve özgürlükçü anlayış” bahsine gelince: İşaretler hiç de öyle birşeyi göstermiyor.
Tam tersine, statükonun, resmî ideolojinin ve tabulaştırdıklarının savunuculuğunu temel hak ve özgürlüklere tercih eden bir yaklaşım sergileniyor. Bireye karşı devleti önceleyip biat kültürünün farklı bir örneğini sergileyen bu zihniyetle demokrasi, çağdaşlık, hukuk devleti olur mu?
Aydınlar AKP’ye karşı itirazlarında samimîlerse, resmî görüş bekçiliğini bırakıp, gerçek bir demokrasi, hukuk, özgürlük mücadelesi versinler.
Ve Said Nursî'ye uzak durmaktan vazgeçsinler.