Ayrılığın temeli
Bir yönüyle bakıldığında, tarafları “statükocu-değişimci,” diğer bir açıdan “özgürlükçü-biatçı,” bir başka noktadan “aydın-halk,” farklı bir zaviyeden “laik-antilaik,” hattâ “asker-sivil” gibi kelimelerle ifade edilen çatışmanın temelinde şu önemli gerçek yatıyor:
Cumhuriyet döneminde yetişen nesiller arasında derin bir mesafe, hattâ uçurum oluşmuş.
Bunun en önemli sebebi, prensip olarak isabetli olmakla birlikte, bu doğru zeminden koparılmak suretiyle tamamen yanlış bir çizgiye bina edilen tevhid-i tedrisat anlayış ve uygulamaları.
Öğretim birliği olarak da ifade edilen bu prensibi ilk gündeme getiren isim Bediüzzaman’dı.
Vicdanın dinî ilimlerle, aklın modern fenlerle aydınlanacağını ve hakikatın din-bilim imtizacıyla ortaya çıkacağını vurgulayan Said Nursî, bunların birbirinden ayrılması halinde sadece din tahsilinin taassubu, yalnızca bilim öğrenmenin hile ve şüpheyi netice vereceğini söyledi.
Asırlardan beri gelen, ama son dönemde ihtiyaçlara cevap veremez duruma düşen iki köklü eğitim kanalı olan medrese ve tekkeyle, 2. Abdülhamid devrinde hız verilen modern mektep çizgisini bu esasa dayalı bir ortak potada birleştirmek için Medresetüzzehra projesini geliştirdi.
Hedefi, medrese ve tekke camiasını fenlerle, yeni açılan mektepleri de dinî ilimlerle teçhiz etmek suretiyle, buralardan yetişecek nesillerin ortak değerlere sahip olarak hayata atılmasıydı.
Aksi takdirde, birbirine farklı, hattâ yabancı, daha ötesinde düşman gözüyle bakacak nesiller arasında meydana gelecek uçurum, toplum bünyesinde telâfisi imkânsız gedik ve çatlaklar oluşturabilir; bu da sonu gelmeyecek kriz ve çatışmaları, Said Nursî’nin ifadesiyle, “kabil-i iltiyam olmayan bir inşikak”ı beraberinde getirirdi.
Tevhid-i tedrisat ihtiyacını cumhuriyet yönetimi de kavradı; ama öğretim birliğini, medreselerle tekkelerin kapısına kilit vurup, dinden tümüyle “arındırılmış” mekteplerle yola devam ederek uygulamayı tercih etti. Hazin olan, medrese ve tekkeleri kapatma kararına, bu kurumlardan yetişmiş insanların da katkı vererek, yeni bir “baltanın sapı” örneği sergilemiş olmalarıydı.
Halbuki yapılması gereken, medreseyi de, tekkeyi de, yeni çağın getirdiği ihtiyaçlara cevap veremez hale getiren olumsuzluklardan kurtarıp ıslah etmek ve yenileyerek devam ettirmekti. Bunun formülünü de Bediüzzaman göstermişti.
Ama ona değil, laikliği dinsizlik şeklinde anlayıp o şekilde uygulayan zihniyete kulak verildi.
Ve dini “irtica” sayıp dindar halkı ve toplumda büyük ağırlığa sahip cemaatleri “iç tehdit” olarak gören kadrolar, bu anlayışın dizayn ettiği eğitim kurumlarında yetişti. (Sivil okullarda kışla düzeni uygulanırken, askerî okulların tevhid-i tedrisat sisteminin dışında tutulmasındaki çelişki, ayrıca üzerinde durulması gereken bir mesele...)
27 yıllık tek parti devrinde dinden tecrit edilmiş eğitim uygulamaları, 1946 sonrasında çok partili sisteme geçiş süreci başlayıp halkın taleplerini dikkate alma mecburiyeti CHP açısından da kaçınılmaz hale geldikten sonra tedrîcen yumuşatılmaya başlandı. Ve akabinde, imam hatip okulları ve Kur’ân kursları giderek yaygınlaştı.
Ama bilhassa imam hatiplerde klasik medrese ilimlerinin eski usullerle okutulurken, ilâveten laik mantıkla hazırlanmış diğer derslerin verilmesi, Said Nursî’nin öngördüğü tahkikî iman temelli “din-ilim imtizacı” formülü dikkate alınmadığı için, arzu edilen rahatlamayı getiremedi.
Devlet, siyaset, demokrasi, hukuk, özgürlükler gibi konularda meydanın “siyasal İslâm” anlayışına terk edilmesi ise, bu okullara mâlûm siyasî akımın arka bahçesi olarak bakılmasına yol açtı.
Benzer sıkıntılar farklı şekillerde Kur’ân kurslarında da yaşandı. Ve sıkıntılar, bu kurumların hizmetlerini de gölgeleyecek boyutlara tırmandı.
“Kapatılan” tekkeler ise yeraltında devam etti.
“Cumhuriyet”in, tüm bunları yeni baştan sağlıklı bir değerlendirmeye tâbi tutması gerekiyor.