Demokrasi ve devrimler
Bürokratik iktidarın siyasete karşı sergilediği derin güvensizliğin en önemli sebeplerinden biri, oylarıyla siyaseti şekillendiren halkla ilgili olarak duyduğu derin kaygılar.
Yani, asıl güvenmediği, halk. Kendisini elit sayan kadrolar, çeşitli sebep ve gerekçelerle halka güvenmiyor, halkın tercihlerini benimseyemiyor.
“Dağdaki cahil çobanın oyu ile profesörün oyu eşit mi?” sözünde ifadesini bulan yaklaşım, bu sebeplerin en belirgin olanını açığa vuruyor.
Bu anlayışa göre, cahil, bilinçsiz ve yoksul halkın oy kullanırken yaptığı tercih de yanlış olur.
Ve seçtiği yanlış kişiler, yanlış işler yaparlar.
Dahası, aynı halk, hiçbir zaman elitleri ve onların destek verdiği siyasî kadroları tercih etmez.
27 Mayıs Anayasasının, seçilmiş kişi ve kadrolardan oluşan Meclis ve hükümet üzerinde tesis ettiği bürokratik denetim ve vesayet buna dayanıyor. Maksat, “yanlış”ları frenleyip düzeltmek.
Neye göre yanlış? Elitlerin ideolojisine göre.
İhtilâl ve müdahalelerin hep “Atatürk ilke ve inkılâpları elden gidiyor” iddiasıyla yapılması, bu ideolojinin kaynağı olan adresi ortaya koyuyor.
Geçtiğimiz günlerde Yargıtay Başkanının “Adalet devletin temelidir” prensibini dahi bunlara dayandırıp, “Bu ilkeleri koruyup kollamak yargının en önemli görevidir” demesi, bu olguyu yargıya bakan boyutuyla yine gözler önüne seriyor.
Devleti ve ideolojisini koruyup kollamayı, hiçbir baskı ve tesir altında kalmadan adaleti tecellî ettirme görevinin önüne geçiren bir anlayış, bu beyanlarda bir defa daha kendisini gösteriyor.
Özellikle 28 Şubat döneminde yargı cenahından yoğunlaşarak sâdır olan ideolojik tavır ve kararlar da, hukuk devleti ve adalet adına son derece düşündürücü ve endişe verici tezahürler olarak bu durumun somut örneklerini veriyor.
Aslında bu konu, demokrasimizin en derin ve temel ikilemlerinin başında geliyor. Demokrasi gelişip halkın görüş ve tercihleri ağırlık kazandıkça, ilke ve inkılâplar dayatması zaafa düşüyor.
Zorlanıp iyice sıkıştıkları noktada da, demokrasiyi rafa kaldıran ihtilâller devreye sokuluyor.
Aslında “Demokrasi mi, ilke ve inkılâplar mı?” ikilemini aşmanın yolunu, Said Nursî 1946’da devrin CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektupta “İnkılâp kusurlarını birkaç adama yükleyip o ağırlıktan kurtulun, din ve milletle barışın” mealindeki tavsiyesi ile ortaya koymuştu.
Bu tavsiyeyi siyaset diline aktaran isim ise, DP hükümetinin Başbakanı Adnan Menderes oldu.
İnkılâpların halka mal olanlar ve olmayanlar şeklinde tasnif edilip, mal olanlarla devam edilmesi, olmayanlarda ısrar edilmemesi ve onlardan vazgeçilmesi gerektiğini söyledi Menderes.
Hazin âkıbetinin asıl sebebi belki de buydu. Fanatik Kemalistlerin tabularına dokunduğu için onlarca affı imkânsız bir “cürüm” işlemiş ve cezasını önce iktidardan devrilip, sonra darağacına çekilerek ödemek durumunda bırakılmıştı.
Oysa söylediği şey gayet demokratik, mâkul ve gerçekçiydi; halen de uygulanmayı bekliyor.
Şimdiki iktidar ise, bu ikilemi Menderes’in ifade ettiği formülle çözmeye çalışmak yerine, ilke ve inkılâpları toplumun ortak paydası haline getirmeyi hedef ittihaz ettiğini defalarca ilân etti.
Bunu yaparken, aksini ispatlayan tarihî kayıt, bilgi ve belgelerin rağmına, devrimlerin TBMM ve milletin onayı ile uygulamaya konulduğunu dahi iddia edebildi. Böyle olunca, safını dayatmacıların yanı olarak belirlemiş durumuna düştü, ama ilginç bir şekilde onlara da yaranamadı.
Buna karşılık, belli bir kitlenin hassasiyetlerini aşındırarak, ilke ve inkılâp dayatmacılığının, aslında çoktan bitmesi icab eden ömrünü uzattı.
Oysa Türkiye’nin ihtiyacı, ilk olarak Bediüzzaman’ın gündeme getirdiği ve ardından Menderes’in seslendirdiği formülü hayata geçirmek:
En önemli inkılâp olan cumhuriyete sahip çıkmak, laikliği din hürriyetinin teminatı haline getirip dine yönelik bütün baskı ve engelleri kaldırmak, bid’aları tasfiye ve şeairi ihya etmek gibi.